NEFS'E NASIL HAKiM OLUNUR?


Nefis derken bazen benliğimizi kastederiz. Meselâ Kur’an’da فَاقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ “Nefislerinizi öldürün” (Bakara Suresi, 2/54) buyrulmuştur ki, burada nefisten kastedilen “ego” ve “ene” dir. Bazen de nefis derken “emmâresiyle”, “levvâmesiyle”, “mutmainnesiyle”, “râdiyesiyle”, “mardıyesiyle” ve mutasavvifenin ortaya koydukları “sâfiyesiyle” çeşitli mertebelerde tezkiyesine göre vaziyet alan nefis anlaşılır.

Nefs-i emmare, şiddetle fenalığı emreder, insanın boynuna bir zimâm takarak onu istediği yere sürükler. İnsanın aklına-hayaline gelmeyen en müstehcen, en çirkin, en denî şeyleri o insana irtikâb ettirir. Bu türlü badirelerden kurtulmuş bir nefse ise, nefs-i levvâme denir. Nefs-i levvameye sahip bir kimse yaptığı kötü şeylerden ötürü içinde bir kınama duyar. Kendi kendini kınar. Burada insan kendi kendini kontrol etme durumuna geçmiştir. Gerek aklından geçen şeylere karşı gerekse yaptığı bazı şeylere karşı içinde tiksinti ve ürperti duyar. Böyle bir insan behimi durumu terk etmiştir. Kötülük yapmaz değildir. Ancak yaptığı her kötülüğe karşı içinde bir pişmanlık hissetmeye başlar. Kötülükten nefret etme durumu başlamıştır. İşte tezkiyesi ve temizlenmesi nispetinde nefisler böyle sıralanır ve terakki eder gider.

Nefislerin en âlî mertebesi olan sâfiye mertebesinde bulunan bir insan en müterakkî insandır ki bu mertebe Nebiler mertebesidir. Sâfiyeyi hâiz bulunan Nebilerdir. Nebilerin varisleri olan asfiyâ ise râdıye ev mardıyye durumuna mazhardırlar.

Esasen nefis dediğimiz şey, Cenâb-ı Hakk’ın insanın mahiyetine koyduğu, insanın uyanık olması için insan vücudunda şeytanın vazifesini yapan bir manevî varlıktır. Buna insanın içindeki bir duygudur da diyebiliriz. Nefis, şeytanın insan bedeni üzerindeki hükümlerinin uygulayıcısı, temsilcisi ve alkışlayıcısıdır.

Nefis adına yapılan bütün hareketler şeytanın alkışlarıyla karşı karşıya kalır. Behîmî ve garîzî hislere mağlup olarak insanın yaptığı her hareketin arkasında şeytanın temsilcisi nefsin parmağı vardır. Ve onun arkasında da şeytanın kumandası vardır. Nefis böylesine çok kötü bir şeydir. Ve nefse uyan kimseler de kem talihli kimselerdir. Allah bizi bundan muhafaza buyursun.

Nefis o kadar ağyardır ki, gelişi-gidişi, sağı-solu hiç belli olmaz. Sağdan gelir, soldan gelir, önden gelir, arkadan gelir, alttan gelir, üstten gelir. Hatta Kıbleden doğru geliverir. Soldan gelmesi sağdan gelmesine nispeten belki daha hafiftir. Çünkü soldan geldiğinde kötülüklerle gelir. Kadını, dünyayı, evlâd-ü iyâli insana cazip gösterir. Ancak inanan bir kişi elindeki kıstaslarla bunun kötülüğünü anlayabilir ve bunları bir kenara atıverir veya ayağının tersiyle itiverir. Ancak nefis sağdan geldiği zaman aldanmamak daha zordur. Meselâ namazla, oruçla, zekâtla veya zahiren İslam anlayışına uygun bir şekilde gelir. Ancak namazın içine riya sokar. İnsana kendini beğendirir, onu kibir ve gurura sokar. Veya onu İslam adına yapıyorum diye mümin kardeşlerine düşürür. Ya da kişiyi cihat yapacağım, İslam hâkimiyetini getireceğim diye müminlerle vuruşturur. Bu tür durumlar nefsin sağdan yaklaşmasıdır.

İster sağdan gelsin, ister soldan gelsin onun gelişi bir insanın felâketi demektir. Şanı çok yüce nebilerden birisi olan Yusuf (aleyhissalâtü vesselâm) إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ “Nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder.” (Yûsuf Suresi, 12/53) demek suretiyle, nefs-i emmâreye itimat edilmeyeceğini söylemektedir. Kur'an o Peygamberin şeriatında bir mesele olan bu hususu bize anlatmakta ve bu hususta adeta bizim de titrememizi istemektedir. Nefsinizden çok korkun demektedir. Nebiler Nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususla alakalı bir hadisi şeriflerinde, أعدى الأعداء نفسك التي بين جنبيك “Senin en büyük hasmın, en büyük düşmanın sağ ve solun ortasındaki (benliğinin ve mahiyetinin içinde mündemiç bulunan) nefsindir” (Kenzü’l-Ummal, 11263) buyurmaktadır.

Nefs-i emmâreye itimat edilmez. Yalnız bu nefsin insan üzerindeki hâkimiyetini temin eden bir kısım âmiller veya insan davranışları vardır. Bu davranışlarla insan nefsin hâkimiyeti altına giriverir. Meselâ bir hekimin tavsiyelerine, verdiği reçetelerine veya perhizlerine uyuyor gibi kendini dinin emirlerine uydurmaya alışmayan laubali bir insan her an nefsin tuzağına düşmeye düçâr olmaya mahkûm bir insandır.

Buna göre sokaklarda sık sık dolaşan ve gerekli tedbiri almayan bir insan bir emri çiğniyor demektir. Çünkü Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rahmet olmayan yerden uzaklaşın” diyor. Yani sizin için maddî, manevî fayda temin etmeyen, sizi töhmet altında bırakacak menzillerden uzaklaşın diyor. Dinin bu emrini terk eden bir insan, sokakta, çarşıda, pazarda zimâmı nefsin eline vermiş demektir.

Aynı şekilde Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) az yiyor, az içiyor ve az uyuyor. Böyle yaşamayı bizlere de tavsiye ediyor. Bir insan sadece vücudu gıdasını alacak şekilde az yemelidir. Böylelikle bu kişinin şehevî hisleri de o nispette az olur. Bunun tersine bir insan ne kadar fuzulî yağlara sahipse yani ne kadar çok yiyip içiyorsa, onun o nispette nefsine düşkünlüğü olacak. İşte bu noktada faydalıyı alırken faydasızdan da ictinab etmeliyiz.

Hazret-i Hakkı’nın bu mevzudaki tavsiyeleri şu şekildedir:

Ey dîde! (Ey Göz)

Gel uyan gecelerde

Kevkeblerin (yıldızlar) et seyrini seyran gecelerde

Bak hey’eti âlemde bu hikmetleri seyret

Bul Sâniini(Yaratıcını) ol âna mihmân gecelerde.

Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil. (Gündüz el âlemle meşgul oluyorsun. Kalp ölüyor. Göz başka şeyler görüyor. Gece hiç olmazsa, O’nun tecellîleriyle meşbû ol)

Ko (bırak) gafleti dildârdan

Bari utan gecelerde

Az ye, az uyu, hayrete vâr, fânî ol andan.

Bul beka ol âna mihmân gecelerde. (Ona hiç olmazsa gece misafir ol)

Ey Hakk-ı nihân aşk oduna yan gecelerde, der.

Bu şiir, nefsin tezkiyesi ve nefsi gemleme mevzuunda çeşitli tavsiyeleri içeren bir manzumedir. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) az yer, az uyur, hayrete varır ve bu suretle nefsine bir zimam vururdu. Nefsi, böylesine yemeye, içmeye ve yatmaya düşkün bir insanın, fenalıklardan kendini çekebilmesi çok zordur. Sokaklarda fuzulî ve işsiz-güçsüz olarak gezmeyi alışkanlık haline getirmiş bir insanın, yine nefs-i emmârenin cenderesine düşmekten kurtulması çok zordur. Bu söylediklerimiz nefis hesabına insanın önündeki tehlikeli yollardır. Dolayısıyla bu söylediklerimizden uzak durma, nefsin tuzaklarından da bizi uzak tutacaktır.

İnsanın nefsin tuzaklarından kendisini koruyabilmesinin bir yolu da, kendisini çok sağlam bir fikrî operasyona tâbî tutmasıdır. Yani insan, kâinattan süzülüp gelen mânâ ve marifet hüzmeleriyle dolu bulunursa; her an âyât-ı tekviniyeyi veya kendini düşünürse; imânını taklitten kurtararak şuhûd derecesine getirirse; gördüğü, yanına uğradığı, müşâhede ettiği, okuduğu ve dinlediği her şeyden adeta bir arının konduğu her çiçekten bal alması gibi Allah'a ait mânâlar çıkarırsa ve içi Allah marifeti ile dolar taşarsa, şuhûd derecesine gelen îmanıyla bu insan, başında müheymin Allah'ı görür. Ve devamlı kendisini kontrol eden, görüp gözeten bir Allah olduğuna katî inanan bir insan da inşallah ayağının kaymasından korunmuş olur.

Meselenin bir diğer yönü de şudur: Menhiyat ve günahlarla karşı karşıya kalan bir insanın karşısına iki şey çıkıyor. Ya nefsine uyacak ve bu günahı işlemek suretiyle kalbini karartacaktır. Ya da bu mâsiyetten ictinab ederek içinde imanın nurunu ve lezzetini duyacaktır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kudsî bir hadiste şöyle buyuruyor: إن النظرة سهم من سهام إبليس مسموم من تركها مخافتي أبدلته إيمانا يجد حلاوته في قلبه “Harama nazar, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim benden korktuğundan ötürü bakma imkânına sahip olduğu anda o harama bakışı terk ederse, kalbinde öyle bir lezzet yaratırım ki, o lezzeti duyar, onun halâvetini kalbinde hisseder” Ve hiç şüphesiz böyle bir lezzet öbür lezzetten daha fazladır. Binaenaleyh böyle bir menhiyât, işlenilen kötü bir iş veya nâhoş, nâsezâ, nâbecâ davranışlar karşısında insan kendisine çeki düzen verir, kendine dönerse içinde bir tatlılık hissedecektir. Bu tatlılık gelip geçici ve içte bir fırtına bırakıcı o haramdan hâsıl olan tatlılığın çok fevkindedir.

Bir yönüyle de insan, bir haram işlemekle karşı karşıya kaldığı an o haramı terk ederse, meselâ bir kadına bakma anında ona bakmayı terk ederse veya bir yalan söyleme durumunda yalanı terk ederse ya da başka bir haramı işleme durumunda onu terk ederse, o kişi bir vacip, bir farz sevabı kazanır. Çünkü farzı işlemek insana nasıl sevap kazandırırsa, haramı terk etmek de öyle sevap kazandırır.

Bunun manası şudur: Sen bir gece sabaha kadar bin tane “Lâ ilâhe illallah” desen, kalbinde mâsivâ yırtılır ve lâhût âlemine doğru kalbinde bir pencere açılabilir. Yani sen bununla çok sevap kazanabilirsin. Veya sen bir gece sabaha kadar yüz rekât nafile namaz kılsan Allah indinde derecen kat kat artabilir. Hadis-i kudsînin ifadesiyle Allah senin gören gözün olur, işiten kulağın olur, söyleyen ağzın olur. Bir nevi sen Allah'ın tasarrufu altına giriverirsin. Yüz rekât kıldığın nafile namaz bu kadar faziletlidir.

Bir haramı terk etmeye gelince, kişinin gördüğü bir kadın karşısında gözünü kapaması belki de o gece kıldığı yüz rekât değil bir hafta her gece yüzer rekât kılmak suretiyle kıldığı yedi yüz rekâttan daha fazla sevap kazandıracaktır. İşte bir haram karşısında bu tutum, bu davranış, kişinin teminat ve garantisi olur. Bu durum diğer haramlarda da aynı şekildedir. Yani yalan söyleme de öyledir. Harama elini uzatma da öyledir. Yanlış bir davranışa girme durumunda bundan kaçınmakta da öyledir.

Nefsi gemleyebilmenin bir diğer yönü de işlediğimiz haramlardan alacağımız lezzet ve zevklerin de her şey gibi fâni ve zâil olduğunu düşünmektir. Hadiste ifade edildiği gibi “hâdimü’l-lezzât” veya “hâzimü’l-lezzât” olan ölümü düşünmekle bu türlü gelip geçici zevkleri önlemiş oluruz. Biz, bizimle alâkalı her şeyi bir gün terk etme mecburiyetindeyiz. Bunun için nefsin ve başkalarının hoşuna giderken insanın içinde sadece bir ahu vah ya da bir burkuntu hâsıl edecek olan günahlardan uzak durulmalıdır. Çünkü bizler yaptıklarımızla Allah’ın huzuruna çıkacağız. Ve şu anda da adım adım geçen her saniye Allah’a yaklaşıyoruz.

Binaenaleyh durumu bundan ibaret olan bir insan yani zevâle gitme mecburiyetinde olan bir insan, fâni zevk ve lezzetlere bel bağlamamalıdır. Öyle bâkî ve ebedî bir zevke bel bağlamalı ki, ona bakışı, onu duyuşu, onu deyişi, onu görüşü, onu tadışı onun için kuru bir haslet ve bir âh-u vâhtan ibaret bir şey olmamalıdır. Belki de dünya hayatında bu mevzudaki hasbilikleri ve fedakârlıkları o kişiye âhiret hayatını kazandıracaktır. Cenâb-ı Hak nefs-i emmârenin şerrinden bizleri muhafaza buyursun.

To Top