iSLAM'DA VE BATIDA iNSAN HAKLARI
İSLAMİYET
0
Yorumlar
İnsanın olduğu her yerde, insan haklarından bahsetmek
mümkündür. Dolayısıyla insanlarla alâkalı birçok mevzu bir şekilde insan
haklarıyla bağlantılıdır. İnsan hakları, geçtiğimiz yüzyılda dünya kamuoyunun
en çok tartışılan mevzuu olmuştur.
İnsan hak ve hürriyetleri
Hak ve hürriyet mefhumları, genellikle benzer mânâlarda ve
birbirinin yerine kullanılsa da, aralarında mühim farklılıklar bulunmaktadır.
Hürriyet; kişinin doğuştan potansiyel olarak sahip olduğu seçme ve tercih etme
hakkını, yeterli olgunluk yaşına ulaştıktan sonra hiçbir baskı altında
kalmaksızın kullanabilmesi durumudur. Hak ise, insanın doğuştan getirdiği ve
daha sonra içinde yaşadığı toplumun hukuk sistemi tarafından verilen ve/veya
kazanılan imkânlar, fırsatlar ve nimetler bütünüdür. Buna göre devletlerin
kanunlarında hürriyetler kadar, haklar da tanımlanmıştır. Batı hukukunda
hürriyet, ağırlıklı olarak, 'başkalarına zararı olmadığı sürece her şeyi
yapabilme' şeklinde tarif edilmiştir. İslâm hukukunda ise hürriyet, kişinin
kendisine, başkasına ve çevresine zarar vermeyecek şeyleri yapabilmesi şeklinde
tanımlanır. İslâm hukuku bu üç unsura eşit vurgu yaparken, Batı hukuku tarihî
süreçte genel olarak hürriyetin sınırını başkalarına zarar vermemek olarak
çizmiştir. Bu durum, iki medeniyetin insana, hayata ve kâinata bakış açılarının
farklı olmasından kaynaklanır. Çünkü İslâm'ın temel kaynaklarından çıkarılan
neticelere göre insan, kendi vücudunun bile mâliki değildir. İnsanın maddî ve
mânevî varlığı, Allah tarafından kendisine emanet olarak verilmiştir. Bu açıdan
insanın intihar etmesi veya başka şekilde (sigara, alkol, uyuşturucu gibi
maddeleri kullanarak) sağlığına zarar vermesi haram kabul edilmiştir.
İslâm'da hakların ve hürriyetlerin kullanımı, eşitlik ve
adalet prensipleriyle birlikte düşünülmektedir. İnsan haklarının tanınmasında
ve o haklardan yararlanmada Müslüman-gayrimüslim, zenci-beyaz, zengin-fakir,
âmir-memur herkes eşittir. Can, mal, namus, akıl ve dinin korunması açısından
insanlar arasında eşitlik prensibi, esas kabul edilmiştir. İslâm ülkesinde ve
bir Müslüman nezdinde her vatandaşın canı, malı, namusu, dini ve aklı koruma
altındadır. Adalet prensibi ise, ehliyet ve liyakat göz önünde bulundurularak
uygulanır. Meselâ insanlara vazife verilmesinde eşitlik değil, adalet prensibi
esas alınır. Kur'ân-ı Kerîm'de emanetlerin ehline verilmesi yani kamu
görevlilerinin belirlenmesinde adaletle hareket edilmesi üzerinde hassasiyetle
durulmaktadır (Nisa, 4/58). İnsanların emeğinin karşılığının verilmesinde de,
adalet ölçüsüne göre hareket edilir. Yani Yüce Beyan'ın insanlara öğrettiği;
"İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." (Necm, 53/39)
prensibidir.
Hak ve hürriyet kavramları, vazife ve mesuliyet
kavramlarıyla iç içedir. Biri olmadan, diğeri sağlıklı bir şekilde gelişemez ve
kullanılamaz. İnsanın gelişmesi sürecinde, hayatın farklı safhalarında hak,
hürriyet, vazife ve mesuliyetler yer değiştirebilmektedir. Diğer yandan, her
hak ve hürriyetin devam edebilmesi, onunla bağlantılı vazife ve sorumlulukların
yerine getirilmesine bağlıdır. Meselâ bir evde çocukların mutfak ve banyoyu
kullanma hak ve hürriyeti vardır. Fakat bu hak ve hürriyet ancak bu mekânların
düzenli ve temiz bir şekilde tutulması vazife ve sorumluluğu ile birlikte bir
mânâ kazanır. Ayrıca bu hak ve hürriyetler ancak vazife ve sorumlulukla
birlikte götürüldüğü takdirde devam edebilir.
Ayrıca birileri için hak ve hürriyet olan şeyler, başkaları
için vazife olabilmektedir. Meselâ çocuğun hakları, anne-baba için bir
vazifedir; kadının hakkı, kocasının üzerine bir vazifedir, vatandaşın hakkı,
devlet için bir vazifedir. Bu sebeple Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve
sellem) bir hadîsinde haklar yerine vazife ve mesuliyet üzerinde durulmuştur:
"Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz. Koca ailesinin çobanıdır ve
onlardan mesuldür. Kadın evinin ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan mesuldür.
Devlet adamı da, halkının çobanıdır ve halkından mesuldür."
Batı'da ve İslâm dünyasında insan haklarının tarihî seyri
İnsan hakları ve hukuk devleti gibi kavramların Batı'da ve
İslâm dünyasında ortaya çıkışları oldukça farklı bir merhale takip etmiştir.
Avrupalılar kölelikten günümüzdeki insan hakları uygulamalarına gelene kadar,
oldukça büyük bedeller ödemişlerdir. 1789 Fransız İhtilâli'nin sloganı olan
"hürriyet, eşitlik ve adalet", yüz binlerce insanın kanına ve canına
mal olmuştur.
İslâm, insanlığın hayatına girdiği ilk günden itibaren,
kendi hürriyet anlayışını müntesiplerinin vicdanında inşa etmeyi başarmıştır.
İlk Müslümanlar, insan hakları noktasında dinin koyduğu, başkalarının hak ve
hukukuna dâima saygılı olmuşlardır. Meselâ, Osmanlı'nın fethettiği
topraklardaki Müslim ve gayrimüslim vatandaşlarına karşı, asırlar boyu
sürdürdüğü, insan hak ve hukukuna riayette gösterdiği titizlik, günümüzde bile
takdir edilmektedir. Müslümanlar, insan hakları ve hukuk devleti gibi
kavramları -Batı'daki gibi kanlı savaşların neticesi elde edilen bir kazanım
olarak değil- bir mesuliyet ve vazife şuuru olarak telâkki etmişlerdir. Müslümanlar
için bahsi geçen hak ve hürriyetler, hiçbir zaman insanların keyfine
bırakılmamıştır.
Batı'da insan haklarının gelişme merhalesi çok sıkıntılı
olmuştur. Fransa, İngiltere, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri gibi Batılı
ülkelerde, insan hakları konusunda çeşitli bildiriler kabul edilmişse de,
iktidara gelen baskıcı yönetimler, hak ve özgürlükleri çiğnemekten geri
durmamıştır. Bu açıdan Batılıların insan hakları konusunda yaşadıkları en mühim
problem, baskıcı yönetimlerin ortadan kaldıramayacağı hakların kabul edilmesi
olmuştur. Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin gibi diktatörlerin hazırlamış
oldukları kanunlar, hak ve hürriyetleri, temelinden sarsmıştır. Bunun üzerine
özellikle Almanya'da hukuk devleti prensibi benimsenmiş ve kanunların eşitliğe,
adalete ve insan haklarına uygun olması gerektiği üzerinde hassasiyetle
durulmuştur. Hukuk devleti prensibine göre eşitlik, adalet, insan hakları gibi
temel hukuk kaidelerinin varlığı, değiştirilemezliği ve ihlâl edilemezliği
esastır. Hangi yönetim iktidara gelirse gelsin, bu kaidelere uymak zorundadır.
Batı'nın insan hakları yolculuğunda, eşitlik, adalet, hukuk
devleti gibi temel hukuk prensiplerinin kaynağı üzerinde farklı görüşler
bulunmaktadır. Bazı filozoflar, hukukun kaynağını "sosyal sözleşme"
gibi muğlâk bir kavramla temellendirmeye çalışmışlarsa da, böyle hayalî bir
temel üzerine toplumu ayakta tutacak bir hukuk sisteminin kurulması mümkün
olmamıştır. Pozitivizm, Marksizm gibi maddeci doktrinler ise, değiştirilemez,
sabit temel hukuk prensiplerinin varlığını kabul etmez. Hukuku sosyal ve
ekonomik şartların belirlediğini ileri sürerler. İslâm'ın hukuk anlayışına en
yakın teori, tabiî hukuk görüşü olmuştur. Tabiî hukuk görüşüne göre, değişmez
ve ideal hukuk kaideleri vardır. İnsanlar bu ideal kaidelere ulaşmak için
gayret sarf ederler. Tabiî hukuk teorisinin temsilcilerinden Burlamaqui, tabiî
hukuk mefhumu ile bütün insanlar için Allah tarafından konulmuş genel
kaidelerin kastedildiğini söylemektedir.
İslâm'da hukukun temel prensipleri ve düzenlemeleri, Kur'ân
ve Sünnet ile tespit edilmiştir. Ayrıca toplumların devir ve şartlara göre
hızla değişen problemlerine çözüm üretmek için, "içtihat" kapısı
dâima açık tutulmuştur.
İslâm'da insan haklarının kaynağı
İslâm'da insan haklarının kaynağı İlâhî'dir. Allah, insanı
varlığa müdahale hakkı olan, yeryüzünde adaletle hareket edecek bir halife
olarak yaratmıştır (Bakara, 2/30). Yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak
yaratılan insana, Allah tarafından eşyanın isimleri öğretilmiş; böylece insan
halifelik vazifesini yapabilmesi için gerekli donanımlarla mücehhez hâle
getirilmiştir. (Bakara, 2/31) İnsanların hakları, kendilerine ihsan edilen bu
donanımlar içerisinde bulunmaktadır.
Yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratılan insan,
adaletle hükmetmek ve diğer varlıklara haklarını vermekle vazifelidir. İnsanın
bu mesuliyeti, dağların almaktan çekindiği bir emanettir. Dolayısıyla bu
emanetin içine, bütün mahlûkata karşı mesuliyet duygusuyla sahip çıkmak da
girer. Kendisinin sahip olduğu hak ve hürriyetleri, Yaratıcı'sından alan insan,
maddesi itibariyle en güzel şekilde yaratılmış (Tin, 95/4); mânâsı itibariyle
de kendisine lüzumlu olan kabiliyetler ikram edilmiştir (İsrâ, 17/70).
İnsan haklarının İlâhî kaynaklı olması, onların beşer
tarafından ortadan kaldırılamayacağı, değiştirilemeyeceği neticesini
doğurmaktadır. Yeryüzünde hangi devlet hüküm sürerse sürsün, hangi hukuk
sistemi uygulanırsa uygulansın insan, yaratılıştan gelen bu hak ve hürriyetlere
sahip olmaya devam edecektir. Devletlerin veya insanların bu hak ve
hürriyetleri yok saymaları, onların varlığına engel değildir. Çünkü bu hak ve
hürriyetler, Yüce Yaratıcı'nın beyanı olan Kur'ân'da ve elçisi olan Hz.
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinde değiştirilemez şekilde
yer almıştır.
Kur'ân'da ve Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem)
Sünnet'inde yer alan insan haklarının kanun maddesi olarak ifade edilmesi,
insanın ulaştığı medeniyet seviyesine göre farklılık göstermektedir. Sözgelimi,
Allah insanı hür olarak yarattığı hâlde, geçmiş devirlerde insanlar
köleleştirilmiştir. Artık günümüzde İlâhî Beyan'ın ruhuna uygun şekilde
köleliğin insan fıtratına uymadığı hakikati anlaşılmış ve devletlerin hukuk
sistemlerinde köleliği reddeden düzenlemeler yapılmıştır. Kölelik, İslâm'ın ilk
asırlarında ciddi bir mücadeleyle minimize edilmişken, Batı dünyası ne yazık ki
20. yüzyıla kadar köleliği uygulamıştır. Köleliğin izleri, Batı toplumlarında
hâlâ değişik şekillerde görülmektedir.
Netice olarak, sınırsız nimetler içerisinde yaratılan insan,
dünyadaki macerasında yaratılış gayesine uygun olarak yaşamalıdır. Yüce
Yaratıcı'nın insana verdiği hak ve hürriyetler, devletler ve insanlar
tarafından elinden alınamaz.