UMRE


Çoğu kez ilk yapının sadeliğine aykırı ve yer yer de gözü yoran bir üsluba sahip genişletilmiş alanlara ve izdihama rağmen ilk yapılışındaki zühd ve takvayı duyurmayı nasıl başardığı üzerine düşündüğümde, cevabı açık görünüyor: Aynı niyet etrafında bir araya gelerek asli ilkelerde buluşmaya çalışan ümmetin bereketi bu. Adım adım yaklaşırken, hurma kütüklerinden sütunları, hurma dallarından çatısı ve taş duvarları ile gözlerimizin önünde canlanıyor Asr-ı Saadet’deki mimarisi.





Nisan ayının sonlarında bir hafta süren bir umre ziyaretinde bulundum, Mekke ve Medine’ye. İlk kez gitmenin heyecanını duyuyordum hazırlanırken; doğrusu geciktiğim bir ziyaretti. Hep istediğim bir yolculuğu niye bu kadar geciktirmiştim ki… Yıllarca iki ülke arasında yaşadım. Yolculuk enerjim iki ülke arasında iki çocukla gidip gelirken tükeniyor ve bu durum planlarımı ertelemeye mecbur ediyordu beni. Sebepler çıkıyordu işte; çünkü insan zihnen bir yoğunlaşmaya ihtiyaç duyuyor umre öncesi. O kitap yazılsın, o taşınma gerçekleşsin, küçük kızımın okulu tatile girsin, hasta annemin yanında olayım, eşimle birlikte gidelim… Şu ayet üzerine düşüneyim, tavsiye edilen kitabı okuyayım… Fakat hazırlanmanın da sonu yok. Umre boyunca hep bunu düşündüm: Daha genç yaşlarımda ziyaret etseymişim keşke.

Sembollerle yüz yüze gelip müminlerle birlikte tavafa ve sa’ya katılmak, insanlığımız ve Müslümanlığımız üzerine, ümmet olmak üzerine yeni bir bilinç kazandıran benzersiz bir tecrübe.

İlk umre ziyaretimdi, hacca gitmek için bir aşama sayıyordum ve daha fazla gecikmemeliydim. Gelgelelim ertelemeler sürerken beklentiler, dolayısıyla hazırlıklı olma çabası ağırlaşıyor. Üstelik başka türlü işlerle de ilgilenemez hâle geliyor insan. Böylelikle karar verdim ve harekete geçtim. Bir Viyana davetini ertelettim; Mekke’ye gitmezsem Nisan içinde, başka bir yolculuğa da çıkamazmışım, buna hakkım olamazmış gibi geliyordu. Kesintisiz bir tarih süresi yakalamaya çalıştım ve bürokrasinin duyurduğu çekingenlik nedeniyle de tanıdık bir firmanın aracılığına yaslanmak istedim. Umre düzenleyen bir firma ile konuşmuştum daha önce, gitmek istediğim tarihe uygun bir kafile oluşturamamıştı. Hayır, daha fazla gecikemezdim. Arkadaşlarıma danıştım ve Diyanet’in düzenlediği ziyaret için Maltepe Kaymakamlığı’ndaki Müftülük şubesine gidip başvuruda bulundum. Söylendiği gibi karmaşıklıktan uzak birkaç işlemin ardından umre yolculuğuna dâhil olduk kız kardeşim Aynur’la.

Hazırlık toplantımız Süleymaniye Camii’nde gerçekleşti. Ne Kâbe maketi ne de başka türlü bir canlandırma. Doğrusu açık seçik tarif ve rehberliğe yakınlık duydum. “Sadece sabırlı olmalısınız” diyordu rehberimiz. Kafile hâlinde gidiyorduk. Aramızda yaşlılar vardı. Herhâlde aksamalar olacaktı. Sabırlı ve tahammüllü olmalıydık. Elbette. Üç kız kardeş yürüyerek hacca gitmeyi planlardık henüz evli olmadığımız gençlik yıllarımızda. Hiç de hayallerimizin hac yolculuğu değildi bu, ama hiç yoktan iyiydi. Yürüyerek değil uçakla gidiyorduk, konforlu bir otelde kalacaktık. Programın dışına taşamayacak kadar hastaydım ben ve vaktim kısıtlıydı. Koşuşturmaca ile geçen bir dönemin ardından yine bronşite dönmeye hazır bir gribe yakalanmıştım. Bir torba ilaçla çıktım yola.

***

“Mikat”; ihrama girme yeri anlamına geliyor. Havaalanında manevi olarak ihrama girmeye başlamıştık aslında. Kılık kıyafetlerimizle olmasa da davranışlarımızla ayrı bir programa tabi olduğumuz anlaşılıyordu. Doğruca Medine’ye gittiğimiz için ihram konusunda özel bir çaba sarf etmemiz gerekmemişti. Olağan gündelik hayatımızın veya herhangi bir yolculuk turunun dışında, farklı bir duyguyla dolup taşıyorduk. Tecrübeli ziyaretçiler diğerlerine açıklamalarda bulunuyordu. Birbirimizi Süleymaniye Camii’nde verilen çantalarla tanıyarak sürdürüyorduk grup ilişkilerini.

Vaktin kısıtlı olması elbet programların akışını da etkilerdi. Medine günleri rüya gibi geliyor şimdi düşündüğümde. İlk kez gidiyordum Suudi Arabistan’a ve bunun getirdiği bir öğrenme çabası içindeydim. Gerçi etrafımızda çok az Suudi Arabistanlı görebiliyorduk. Otelle Mescid-i Nebevi arasında geçiyordu zamanımızın çoğu. Temeli 622 yılının Eylül ayında atılan mescid 623 yılının Nisan ayında tamamlandığında yaklaşık olarak 30 metre en ve 35 metre boya, 1022 metre karelik de bir alana sahipti. Geçen yüzyıllar içinde yapılan eklemelerle çok genişlemiş, etrafını çevreleyen mermer kaplı avlusuyla birlikte 400 bin metrekarelik bir alana yayılmış durumda. Taş temel üzerine örülen duvarları pişirilmemiş kerpiçtendi ve üç kapısı vardı. Günümüzde kapı sayısı 41’e ulaşmış durumda. Geniş avlu ve mescide eklenmiş diğer bölümler gece gündüz daima bir hareketlilik içinde. Kimi ziyaretçiler bir sütun dibine kendi evi gibi yerleşmiş. Bu avluda gruplar hâlinde veya tek başına aylarını geçiren ziyaretçiler var, kimileri çoluk çocuğuyla, nine ve dedesiyle aile olarak gelmiş. Mermer avlunun bir köşesinde yemek yiyor, uyuyor aileler. Kimi ziyaretçiler gündüz saatlerini burada geçirip geceleri şehrin iç taraflarında tuttukları otel odası veya evlere dönüyorlar.

Biz de nihayet geldik, buradayız ve önceden geldiğimiz bir yermiş gibi yadırgamadan, yine de haşyet içinde her anımızı değerlendirmeye çalışıyoruz. Gribim galiba klimalar yüzünden arttı, ben de ilaç sayısını artırdım. Bir taraftan da şifa veren bir etki altındayım ve güç bulduğumu hissediyorum. Ortak sabrın ve anlayışın oluşturduğu bir ses var, bir müzik; daha sonra Kâbe’de de duyacağım bunu: Hafif bir yel unuttuğu bir müjdeyi fısıldıyor, usul usul akan bir dere şarkı söylüyor gibi geliyor. Genç bir hanım yanımıza yaklaşıp “bir arkadaşımın hayat tarzının değişimi için Fatiha okur musunuz” diye ricada bulunuyor. Belli bir sayıyı tamamlaması gerekiyormuş.

“Uhud Bizi sever Biz de Uhud’u…” Uhud’da, Okçular Tepesi’ndeyiz işte; yakıcı güneşe karşı ikinci şalımı küçük bir yastığa dönüşecek şekilde katlayıp başımın üstüne koydum. Herkes, hepimiz tepede, bir savaşın imtihan sorularıyla ilerleyen safhalarını gözlerimizin önünde canlandırmaya çalışıyoruz. Acaba kaçımız ovada görünen ganimetlere rağmen Rasûlullah (sav)’ın buyruğuna itaat eder ve o tepede kalmaya devam edebilirdik?


Çok birikimli ve duyarlı bir rehber olan Diyanet Görevlisi Şükran Baş Hanım neredeyse yirmiyi aşan kadın grubuyla canla başla ilgileniyor, üstelik bir kafileden diğerine koşuyordu. Kaldı ki aramızda diyaliz hastası yaşlı bir hanım vardı. Refakatçisi olmayan yaşlı bir hasta umre turuna nasıl katılabiliyor? Kuşkusuz kafile arkadaşıydık ve yardımlaşıyorduk, fakat program zaten sıkışıktı ve çoğumuz acemiydik, kendimiz rehbere muhtaç iken de tekerlekli sandalye kullanması gereken yaşlı hastamızla layıkıyla ilgilenemedik ne yazık ki... Zaten neredeyse bütün ibadet mekânlarında izdiham vardı; buna karşılık Şükran Hanım Minber ve Hücre-i Saadet arasında kalan Ravza-i Mutahhara’da namaz kılabilelim diye büyük gayret sarf etti. Mescidi Nebevi’nin açık ve kapalı alanlarını kendi evi gibi bilen ziyaretçiler arasında sabırla bekliyor ve gruplar hâlinde ilerleyerek Yeşil Kubbe ile kendini belli eden Hücre-i Saadet’e yakınlaşıyorduk. Hz. Peygamber, ailesi ve ashabıyla birlikte bu civarda yaşadı, tebliğde bulundu, ibadet etti; bunun üzerine düşününce daha fazla kavramak istiyoruz mekânı. Bunu herkes istiyor. Fakat birbirimizi rahatsız etmeden hepimiz birden nasıl değeceğiz, dokunacağız aslına uygun bir şekilde korunmaya çalışılmış olana…

Birden hareketlendi ortam ve akış hızlandı; Türkiye gruplarını alacaklarmış mescide. İşte, minbere, Ravza-i Mutahhara’ya ve Hücre-i Saadet’e doğru ilerliyoruz. Kuşkusuz aradan geçen yüzyıllar içinde birçok yıkım, inşa ve tadilat geçirmiş bu mescid, hatta 1481’de yıldırım çarpmasıyla birçok yeri hasar görmüş. Uzaktan bakıldığında II. Mahmut zamanında üzerine yapılan, 1839'da kurşun dökülerek yeşile boyanan Kubbe-i Hadra (Yeşil Kubbe) ile belli ediyor asli varlığını. Çoğu kez ilk yapının sadeliğine aykırı ve yer yer de gözü yoran bir üsluba sahip genişletilmiş alanlara ve izdihama rağmen ilk yapılışındaki zühd ve takvayı duyurmayı nasıl başardığı üzerine düşündüğümde, cevabı açık görünüyor: Aynı niyet etrafında bir araya gelerek asli ilkelerde buluşmaya çalışan ümmetin bereketi bu. Adım adım yaklaşırken, hurma kütüklerinden sütunları, hurma dallarından çatısı ve taş duvarları ile gözlerimizin önünde canlanıyor Asr-ı Saadet’deki mimarisi. Hz. Aişe’nin dairesinin kerpiçten duvarlarına değebiliyor gözlerimiz. İşte burada Peygamberimiz Cuma konuşmalarını yaparmış, bir hurma kütüğüne yaslanarak. Bir bölümü Ehl-i Suffa’ya ayrılmamış mıydı bu mescidin? Hangi tarafı? Şükran Hanım’ın büyük gayretiyle Ravza-i Mutahhara’ya ulaşabildik ve onun kollarıyla açtığı daracık alanda namaz kılmaya başladık. Hadislerde “cennetten bir bölüm” olarak geçen bu yerde namaz kılmayı elbette istedim. Ancak aceleyle kılabildim iki rekât namazı izdiham yüzünden; kalabalıklar Hücre-i Saadet’e doğru dalgalanıyordu. Kafile arkadaşlarımın uzağına düşmüştüm, birörnek beyaz giysili Endonezyalı hanımların arasında minber tarafına doğru akmıştım. Yoğun hislerle ayrıldım mescidden. İtiş kakış, dokunma iddiası, vecd, dua, tefekkür, gözyaşları; insan hâlden hâle geçiyor. Başka türlü olamaz mıydı, diye soruyorsunuz. Ravza-i Mutahhara’da sükûnet içinde secde etmenin imkânı yok mudur? Ve her şeye rağmen, dalgaların içinden hayal etmediğim başka bir ders alarak çıktığım da bir gerçek. Açık ki müminler arasında ayrımcılığa yol açan nice farkın uzağında olmanın arınması bakışlara ve adımlara yansıyor. Ümmet olmayı öğrenirken kendi zihnindeki ümmet algılarını da tashih ediyor insan.

Şimdi evde yazıyorum bu satırları ve an geliyor, oradan hiç ayrılmadığım hissine kapılıyorum; bir cümle, bir koku, bir ayet ve hadis çağrışımıyla. Üç güne programa dâhil ziyaretlerin çoğunu sığdırabilmişiz.

“Uhud Bizi sever Biz de Uhud’u…” Uhud’da, Okçular Tepesi’ndeyiz işte; yakıcı güneşe karşı ikinci şalımı küçük bir yastığa dönüşecek şekilde katlayıp başımın üstüne koydum. Herkes, hepimiz tepede, bir savaşın imtihan sorularıyla ilerleyen safhalarını gözlerimizin önünde canlandırmaya çalışıyoruz. Acaba kaçımız ovada görünen ganimetlere rağmen Rasûlullah (sav)’ın buyruğuna itaat eder ve o tepede kalmaya devam edebilirdik? Hangimiz geriye kalan on kişiden biri olurduk acaba? Hurma bahçelerinin yeşil esintisi içinde Kuba Mescidi’ne doğru yol alıyoruz. Medineliler, “Kim Kuba’ya gelip 2 rekât namaz kılarsa kabul edilmiş umre sevabı vardır” derlermiş. Heyecan duymamak imkânsız. “Anadolu’da dolaşırken rastladığım, namaz kıldığım camilerde duyduğum serinlik hissi her seferinde Kuba Mescidi’nin bir mirası gibi gelir bana” diye başlıyordu, seneler önce bu site için kaleme aldığım “Kuba Mescidi Serinliği” başlıklı yazım. Kuşkusuz değişmiş, genişletilmiş, ancak temeldeki sadeliğini koruyor. Kısa bir mola içinde namazın hemen ardından üst kattaki kadınlar bölümünde bir ümmet kaynaşması yaşadık. Dil bilmeye gerek yoktu. Burası Kuba’ydı. Hurma Afrika’dan, tebessüm Güney Doğu Asya’dan, musafaha Mısır’dan geliyordu.

İnsan unutsa da tabiat hatırlar. İşte geldim sonunda, aslında hep burada olmaya çalışıyor değil miydim… Bir ayak izi orada, bir dokunuş ağaç gövdelerinde ve nice ihlaslı söz yankılanıyor olmalı sık dalların oluşturduğu loş koridorlarda. Yüzyıllar geçse bile bir hurma bahçesi ne kadar değişebilir?


İkindi üzeri fırsat bulduk ve bir hurma bağına hurma almaya gittik. Ravza-i Mutahhara’ya yakınlaşırken yaşadığıma benzer hisler duyarak gezindim bağda. “Hz. Muhammed (sav)’in ışıklı gölgesi peşindeydi. Ey yolcu, nereye gidiyorsun, ne anlamı var, niçin, kiminle... İnsana özdenetimini yitirten ortamlardan kaçınacaktı. Taif bağlarında gönüllere süzülen bir ışık huzmesiydi Hz. Muhammed, nakşedilemeyen bir tabloydu. Bu dünyada bir ağacın gölgesinde konaklayarak geçip gidecek olan bir yolcu gibi yaşadığını nasıl anlatabilirdi renkler, çizgiler, fırçalar, tuvaller...” diye yazmışım 1994’te, Acı Çekmiş Yüzünde başlığını taşıyan öykümde.

İnsan unutsa da tabiat hatırlar. İşte geldim sonunda, aslında hep burada olmaya çalışıyor değil miydim… Bir ayak izi orada, bir dokunuş ağaç gövdelerinde ve nice ihlaslı söz yankılanıyor olmalı sık dalların oluşturduğu loş koridorlarda. Yüzyıllar geçse bile bir hurma bahçesi ne kadar değişebilir?
To Top