KAHVE'NiN HiKAYESi





KAHVE'NiN HiKAYESi



Günlük hayatımızın neredeyse ayrılmaz bir parçası haline gelen kahvenin tarihsel serüveni hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğumuzu acaba hiç düşündük mü? Eskiler “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” derler ve bu enfes tabirle kahvenin toplumsal ilişkilerdeki müspet rolünü açık bir şekilde ortaya koyarlar. Hâlbuki bugün sadece bir içecek gözüyle baktığımız kahvenin doğu ve batıda arz-ı endam ettiği ilk dönemlerde kolay kolay kabullenilmediğini görmekteyiz. Bu yazı öncelikle kahvenin doğum tarihi, İslâm dünyasına girişi, hakkındaki müspet ve menfi yaklaşımları ve son olarak batıya geçişi ve orada kahveye karşı geliştirilen bakış açılarını özetlemeyi hedeflemektedir.

Öncelikle, doğulu ve batılı uzmanların ekserisinin kahvenin menşei hakkında hemfikir olmadıklarını belirtmekte fayda vardır. Kahve kelimesinin etimolojisinden hareketle bazı yorumlarda bulunan araştırmacıların da söyledikleri ise bir tahminden ileriye gitmemektedir. Bizim açımızdan önemli olan nokta ise, kahvenin İslâm dünyasına ilk defa Aden/Yemen kanalıyla girmiş olması gerçeğidir. Özellikle buradaki ehli tasavvuf arasında zihni uyanık tuttuğu için içildiği nakledilen kahvenin Şazelî Şeyhi Ali b. Ömer (v.828/1425) ya da meşhur fakîh Muhammed b. Saîd ez-Zebhani (v.875/1470) tarafından getirildiği belirtilmektedir. Hatta bazı mutasavvıflar tarafından tüketimi yaygınlaştırılan kahvenin, geceleri zikir meclislerinde ve yapılan ibadetlerde müridleri zinde tutma ve uyutmama gayesini hedeflediği bilinmektedir.

Kahve, Yemen’de yayıldıktan kısa bir süre sonra Mısır ve bu kanalla da Suriye, Hicaz ve Türkiye1 gibi pek çok İslâm ülkesinde kendisine yer bulmuştur. Kahveyle birlikte açılan kahvehanelerin de nicelik bakımından artışı İslâm topraklarında kendisine rahat yer bulan kahve hakkında bazı tartışmaların çıkmasına sebep olmuştur. Bazı kimselerin Ezher’in bahçesinde ya da Harem-i Şerif’in etrafında ayakta kahve içmeleri, ya da saatlerce kahvehanelerde sohbetlerle boş vakit geçirmeleri bazı âlimleri kahve aleyhinde fetva vermeye sevketmiştir. Fakat sonuçta kahve lehindeki fetvaların ağırlık kazandığını ve böylece kahvenin artık her tarafta rahatlıkla içildiğini görmekteyiz. Bütün bu tartışmalar neticesinde kahve hakkında ciddi bir kitabiyâtın da ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Risâle fi Ahkâmi’l-Kahve, İstifâu’s-Safve li Tasviyeti’l-Kahve, Umdetu’s-Safve fî Hilli’l-Kahve gibi eserlerin kaleme alındığı ve yazarları tarafından meselenin etraflıca tartışıldığı görülmektedir. Kahve taraftarları ve karşıtlarının görüşlerini detaylı bir şekilde ortaya koydukları farklı bir alan da şiir olarak karşımıza çıkmaktadır. Kanaatimizce bir kahve tutkunu olan şair Burhaneddîn b. El-Muballit el-Mısrî’nin şu sözleri söz konusu tartışmalara son noktayı koymayı hedefler gibidir:

“Ey içinde ruhun hastalıklarına şifa bulunan kahvemizi siyahlığı yüzünden kınayan!

Onun, fincanının içindeyken, gözün beyazı ortasındaki siyahlığı hatırlattığını görmez misin?”

Özetle bu siyah ve içenlerini hem zinde tutan hem onlara zevk veren hem de muhabbetlerini artıran kahve Müslüman toplumlarda kendisine mümtaz bir mevki edinmiştir. İslâm dünyasındaki kahve ile ilgili tartışmaların ise bizzat kahvenin kendisinden çok tüketim şeklinden kaynaklandığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Özellikle vakit nakittir düsturuyla hareket eden Müslüman âlimler kahvehanelerde malayani ile meşgul bir şekilde kahve içerek kıymetli vakitlerin zayi olmasına şiddetle karşı çıkmışlardır. Öte taraftan mü’minlerin geceleri kulluklarını uzun bir süre uyanık kalarak izhar edebilmelerine, din-i mubîn-i İslâm’ı hakkıyla yaşayabilmelerine vesile olması açısından kahveye ayrı bir önem atfetmişlerdir. Kısaca Müslüman dünyada kahveyle ilgili tartışmalarda peşin hükümlülüğe ve bunun neticesi olan ifrat ve tefrite rastlanmamaktadır. Şimdi dilerseniz kahvenin batıdaki serüvenine bir göz atalım:

Tarihi veriler bize ilk kahvehanenin Londra’da 1652’de açıldığını bildirmektedir. On yıl içinde kahve tüketiminin artık bir moda haline geldiği dönemin entelektüelleri tarafından nakledilmektedir. Her ne kadar bu yeni içecek pek çok İngiliz tarafından hoş amedi (hoş geldiniz) ile karşılanmamışsa da çok geçmeden halk arasında kahve düşmanları belirmeye başlamıştır. William Parry kahve hakkında ciddi anlamda olumsuz yaklaşımı sergileyen kimse olarak bilinmektedir. Ona göre kahve beyni uyuşturan bir maddedir ve insanları sarhoş etmektedir. Londra’da çok kısa bir süre sonra anti-kahve kampanyasına birahane sahipleri de katılırlar. Bunların en temel kaygısı ise, kahve tüketiminin giderek artmasına rağmen kendi geleneksel içkilerine rağbetin azalması ve toplumun konu üzerinde duyarsızlığıdır. Gözlerinin önünde birer birer müşterilerini kaybeden bu insanlar satışlardaki düşüşlerden dolayı konuya daha çok ekonomik açıdan yaklaşmakta ve pragmatik çözümler aramaktadırlar. Onlara göre meselenin çözümü hususundaki en kısa yol ise kahve tüketiminin yasaklanması ve kahvehanelerin kapatılmasıdır.

Bu tartışmalarda dikkati çeken en ilginç tartışma ise kahvenin İngiliz toplumundaki tanımıyla ilgilidir. Bu dönemde yazılan eserler incelendiğinde kahve için seçilen ilginç tabirin Muhammedan Berry olduğunu görmekteyiz. ‘Müslüman şurubu’ olarak tercüme edebileceğimiz bu ifadeyle İngiliz yazarlar kahvenin Müslümanlara aidiyetini ima etmektedirler. Bu nedenle pek çok İngiliz düşünür o dönemde kahveye hep şüpheyle yaklaşmışlardır. Onlara göre kahve bir Protestan’dan çok Müslüman özellikleri taşımakta ve tiryakilerini Türkleştirmektedir. Türk ise o günlerde bütün batı için Müslümanlığı çağrıştırmaktadır. Zihinlerimizi bir an için söz konusu döneme yönlendirdiğimizde Batının karşısındaki tek Müslüman gücün bir Türk Hanedanı olan Osmanlı olduğunu müşahede edeceğiz. Batılılar Müslüman olarak karşılarında buldukları Osmanlı Türklerinden dolayı Kur’ân-ı Kerim’i bile literatürlerinde Turkish Bible (Türk Kitab-ı Mukaddes’i) olarak tanımlamışlardır. Özetle ifade edecek olursak pek çok İngiliz yazar için kahve tehlikeli bir içecekti ve onu içenler Hıristiyanlığı bırakıp Müslüman olmaya hazırlanıyorlardı. Bazıları kahvede gizemli bir şurup özelliği görürken bazıları da onu bir ajan/misyoner olarak algılamışlardır.

Batıdaki Osmanlı korkusu kahve düşmanlığıyla kendini gösterirken kahve bütün olumsuzlukların sebebi olarak telakki edilmiştir. Bazıları kahvenin bir cehennem bitkisi olduğunu söylerken bazıları da kahvenin İngiliz halkı üzerinde sadece ruhi değil fiziki etkilerinden uzun uzadıya bahsetmiştir. Bu yazarlara göre kahvedeki sihir, içenlerde kendisini hemen hissettirmektedir. Kahveyi bir Şeytan içeceği olarak gören bazı İngiliz yazarlar, sık sık kahve içen kimsenin Türkler gibi olmaya başladığını, sadece ruhları değil, renklerinin de karardığını tartışmışlardır. Kahve ile ilgili batıda sürdürülen başka bir tartışma ise kadınlar tarafından yapılmıştır. Pek çok kadın kocalarının kahve yüzünden evlerini ve kendilerini ihmal ettiklerini belirterek mahkemeye başvurduğu kaynaklarda zikredilmektedir.

Kahve etrafında cereyan eden traji-komik bir münakaşa ise İngiltere’ye kahvenin girişiyle aynı tarihleri paylaşan ilk Kur’ân tercümesinin basılması olayıdır. Meşhur İngiliz mütercim Alexander Ross, kendisinden bir asır önce Sieur du Ryer tarafından yapılan Fransızca çevirisini kullanarak Kur’ân’ı İngilizce’ye ilk defa 1649’da tercüme eder. İngiltere’ye kahvenin girişiyle aynı yıllara tevafuk eden bu çeviri bazı İngiliz yazarların Kur’ân’ın İngilizce çevirisinin basılışı ile kahve tüketiminin artışı arasında bir ilişki kurmaya sevk eder.

Oldukça yanlı ve yanlış bilgilerle dolu bu çeviri de İngiltere’de kuşkuyla karşılanmış ve kahveden kaçınılması gerektiği gibi bu tercümeden de kaçınılması ısrarla vurgulanmıştır. Bugün anlamakta güçlük çektiğimiz bu halet-i ruhiyenin altında yatan temel düşünce ise bir taraftan kahve gibi bir iksir, diğer taraftan Kur’ân gibi bir kitapla Türklerin topyekün İngiltere’yi İslâmlaştırmaya çalıştığı inancıdır. Bu sebeple İngiliz toplumunun birbirleriyle bağlarını çözdüğüne inanılan Kur’ân ve kahveden uzak durmaları sağlanmalıdır. Siyasi, edebi ve hukuki bütün vasıtaları kullanan elit tabaka, İngiliz halkını Kur’ân ve kahvenin etkisinden kurtarmaya çalışmışlardır.

Bu masum içeceğin Almanya’daki hikayesi ise İngiltere’de algılanışından farklı değildir. Aydınlanma dönemi yazarlarından Karl Gottlieb Hering (1766-1853) kilise korolarının repertuarının yanı sıra okul kitaplarına da girmiş olan bir şarkı yazar ve besteler. Şarkının adı Kaffeelied’dir (Kahve şarkısı). Bazı değişiklikler geçiren şarkıda kahvenin çok içilmemesinin gerektiği, bu Türk içkisinin çocuklar için olmadığı; sinirleri zayıflatıp, içenleri rahatsızlaştıracağından dem vurulmaktadır. Şarkının sonunda dinleyicilerden kahveyi bırakamayan Müslümanlar gibi olunmaması talep edilmektedir. Açıkça yazar kendisinden bir buçuk asır önce İngiltere’de yapılmaya çalışılan paranoyayı tekrarlamaktadır: Fazla kahve tüketimi, içenleri Müslüman yapabilir; bu sebeple ondan sakınılmalıdır.

Bu yazıda farklı bir kahve tarihçesi sunmaya çalıştık. Bugün hemen hemen her kültür tarafından benimsenen ve zevkle içilen kahvenin arkasında yatan gizemli tarihin tekrar hortlamamasını Yüce Yaratıcı’dan niyaz ediyoruz.

* ialbayrak@yeniumit.com.tr

ACU National Öğrt. Üyesi

Kaynaklar:

-Ali Osman Öztürk, Alman Oryantalizmi, Ankara, 2000

-C. Van Arendonk, ‘Kahve’, İslâm Ansiklopedisi, VI.95

-İdris Bostan, ‘Kahve’, DİA, XXIV.202-5

-Nabil Matar, İslâm in Britain 1558-1685, Cambridge: Cambridge University Pres 1998

-Nurettin Ceviz, ‘Kahvenin İslâm Dünyasına Girişi ve Arap Edebiyatında Ele Alınışı’, EKEV, 8 (2004), 343-356


Dipnot
1. Kahvenin Türkler tarafından kullanılmaya başlandığı tarih olarak Kanuni Sultan Süleyman devri gösterilmektedir. Ülkeye kahve Habeşistan valisi Özdemir Paşa tarafından Yemen yoluyla getirilmiştir. Bazı kaynaklar daha net bir tarih belirlemektedirler. Onlara göre söz konusu tarih 1554’tür. Diğer İslâm diyarlarında olduğu gibi kahve hakkında bazı ihtiyati yaklaşımlar sergilense de hüsnü kabul görmesi çok gecikmemiştir.


To Top