O' (SAV) HEDiYELEŞMEYi SEVERDi


Sevgili Efendimiz, Allah’ın selamı onun ve ailesinin üzerine olsun, çok nazik bir insandı.

Biz, onun hayatını çoğu kez yaşadığı meşekkatli hatıralar eşliğinde, mücadeleden yılmayan iradesi ve savaşları, yaşadığı tecrit,
yoklukla dolu zorlu günleriyle okuyoruz.

Ama O'nun hayatı, insana has pek çok detayı, hem de hiç atlanmamış yanlarıyla beşeri pek çok ayrıntıyı da birlikte barındırır…

O, güzel olanı severdi. Sevdiği her şey güzel olurdu. Zahirden batına, dıştan içe yürüyen bir yol ise sevmek, bu işler hep onun güzellik adetlerindendir. Suretin güzelliğine her daim şükreden ama surette takılıp kalmayarak, hemen her sureti de içteki güzelliğine bağlayan, dışı içe çevirip, uzağı yakın kılan bir sevgi büyüteciydi onun güzel gözleri…



O, bakan değil, görendi…

Prof. Dr. Ali Seyyar, biri kadın olmak üzere 28 engelli sahâbinin hayatını ve Peygamberimiz’in onlara yaklaşım biçimini “Yıldızlar Engel Tanımaz - Bedensel Özürlü Sahâbilerin Hayatı” isimli kitabında bir araya getirdi. Onun, tüm insanlara karşı merhametli olduğunu çok okumuşuzdur. Fakat özel gruplara, mesela çocuklara, hastalara, yetimlere ve engellilere çok daha hususi inceliklerle yaklaştığını pek de kaleme alan çıkmamıştır. Kitabın ismi yıldızlardan geçiyor bir kere… Sahabeleri ve onların Rasûlullah’a (s.a.v) bağlı, bağıtlı hayatlarının her birimize birer yıldız haritası gibi yol gösterdiğinden hareketle, kitabın ismini çok manidar bulduğumu söylemeliyim. Yıldızların, pırıltı ve yol göstericilik konusunda engel tanımazlığı ile sahabelerin engelsizlikleri arasında çok güzel bir anlam bağı kurmuş…
Zahir isimli sahabe mesela… “Zahir bizim çölümüzdür, biz onun şehriyiz” dediği kişisi Efendimiz'in (s.a.v). “Birinin kişisi” olmak kadar yakınlık arz eden bir ifade olamaz, hele ki söz konusu Kâinatın Efendisi ise, onun şehri olabilmek mesela, nasıl bir yakınlıktır?

Hz. Zahir, bedenî kusurları yüzünden insanları kaçındırmamak adına, çöle sığınmış, insanlardan kaçan, zahir olan isminin tersine hep saklayan, şehirleri değil, kuytuları tercih eden bir münzevidir aslında… Kimbilir neler yaşamış, hangi kırıcı tecritlere maruz kalmış da insanlardan sürekli kaçınmayı ve dağların-tepelerin, kum yığınlarının, çöl harabelerinin ardında kalmayı seçmiştir?

Bir insanın, çevresini tedirgin etmemek adına çöle kaçması, onun uzleti olduğu kadar, bizim de gerçek yüzümüz değil mi? Sahabe Zahir gibi, gözlerimizin acımasız elemesi yüzünden görünmez kıldıklarımızı düşünüyorum… Bugün Zahir olmak, heyhat dünkünden daha zordur ve çağımız Zahir’lerinin kaçacak bir çölü de yoktur ne yazık ki… Dün, görünmemeye mahkûm edilenler, çoğu kez bedenî engelliler iken, bugün görünmemesi gerekenler, çok daha keskin ve acımasız bir elekler çarkına tabidir. Zira günümüz güzellik algısı çok daha acımasız kriterlerle işlemekte, dayatılan “imaj” kavramı, sizi siz kılacak tüm detayları yok sayarak pürüzsüz bir tek tipliliğe davetiye çıkarmaktadır… Ne yazık ki; artık hiçbirimizin kaçacak bir çölümüz de kalmamıştır… Hepimiz, “büyük göz”ün o ağır denetim ve kontrolü altındayız.

Hz. Zahir’e yaşadığı çölden toplayacağı çiçek ve bitki köklerini Medine Pazarı’nda satabileceğini söyleyen kişi, Sevgili Efendimiz'dir. Zahir başta buna pek cesaret edemese de, Efendimiz’in teşvik bâbından “birlikte satmak” önerisi üzerine gayrete gelecek ve çölün en güzel çiçeklerini derleyerek gelecektir bundan sonrasında… Onun, Sevgili Efendimiz'i ziyaret anlamını da taşıyan çiçek toplama heyecanını, sanki tüm ruhumda hissedebiliyorum. Nasıl gezdi kırlarda bayırlarda kimbilir? O kuru ve yakıcı çöl, onun için nasıl bir cennet bahçesine dönüşmüştü kimbilir? Otlarla, çalılarla, çiçeklerle neler konuştu mesela? Kimseciklere açmadığı gönlünü, toplayacağı çiçeklere açarken, ağlamış mıydı? Dertleşmiş miydi?

Zahir’i şehre ve insanlara yeniden çağıran davet, onun incinmiş ve örselenmiş, reddedilmiş ve uzaklaştırılmış kalbinde hangi izlere, hangi dalgalanmalara, hangi hayata yeniden dönüşlere vesile olmuştu?

Sevgili Efendimiz’in (s.a.v), onun pazara gelip gelmediğini her seferinde bizzat kontrol eder, bazen yavaş yavaş arkasından sokularak iki eliyle gözlerini kapatıp, sonra da “Ey insanlar bir kölem var, satın alacak yok mudur?” diye şakalaşması mesela… Sahabe Zahir’in de onu sesinden tanıyarak, kendini o mübarek kucağa bırakması: “Yok Ya Rasûlullah, bu beş para etmez Zahir’i sizden başka alacak yok, satılan kişi pek değersizdir ama onu alan kişiden daha değerlisi gelmemiştir yeryüzüne” diye mukabele etmesi… Ne büyük bir ikram, ne tatlı bir hatıra, ne şahane bir hediyedir…

Aslında alemlere rahmet olarak ikram edilmiş aziz Efendi’nin (s.a.v) bizzat kendisi hediye değil midir? Uzakları yakın eden, çölleri şehirlere bağlayan, çiçek satıcılarının sergisine oturup onlarla hasbihal eden Sevgili İnsan! Sen asırlar öncesinden verilmiş bir hediyesin hepimize…

Sen, çölü kuraklığından kurtaran, çölleşmiş kalpleri çiçeklerle bezeyen, gülümsemesi güneş, sımsıcak avuçları vuslat ve rahmet olan merhamet cevheri…



Biz asrın çöllerinde yollarını yitirmişleri de çağırmaz mısın?
To Top