SAHABi DOSTLUĞU


İyi şeyler kötü şeylerle, iyi değerler kötü değerlerle karışarak neyin ne olduğu anlaşılamaz bir hâle geldiğinde, Araplar, “Habil, Kabil ile karıştı” derler. Çağımızda iletişim araçları o kadar gelişti, o kadar çeşitlendi ki, dünyanın her bir yanından sayısız kültürleri ve o kültürlerin değer yargılarını, hayat tarzlarını, dünya görüşlerini evlerimize kadar getiriyor. Adeta bir köy halkı gibi onlarla iç içe beraber yaşıyoruz. Belki iyi yanlarından yararlanıyoruz ama kötü yanlarından da etkileniyor, şuursuzca onları taklide yeltenebiliyoruz. Ve böylece farkına varsak da varmasak da, karma ve biraz da karışık yeni bir kültür, yeni bir hayat tarzı, yeni bir anlayış oluşuveriyor toplumumuzda. İşte bu noktada Habil, Kabil’le karışıyor.

Meselenin şuurunda olanların elinde Kur’an gibi şaşmaz ve şaşırtmaz hassas terazi olduğu için, onlar Habil’in hakkını Habil’e, Kabil’in hakkını da Kabil’e vermekte zorlanmıyor. Ne var ki herkesten aynı şuuru beklemek de mümkün değil. Bu yeni hâlden etkilenmiş olanlar sahabe hayatını işitince ya çelişkiye düşüp karga misali kendi yürüyüşünü unutuyor veya itiraz edip o hayat tarzını reddediyor, çağ dışı görüyor. Niçin mi? Çünkü bu melez çağdaş anlayışla onların hayatları yargılanırsa, elbette o fazilet timsali insanların bazı iyi bildiklerine kötü, kötü bildiklerine iyi deme cüretkârlığı doğar.

Kur’an’ın dostluk terbiyesi

Hiç şüphesiz sahabe-i kiramın hayatlarını şekillendiren ve onları kemâlâtın doruklarına tırmandırıp ta oralara faziletin bin bir çeşit bayrağını diktiren Kur’an’dır ve Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) diz dize, göz göze terbiye-i şahaneleridir.

Meselâ bir bakalım, Kur’an o mübarek insanlara nasıl bir dostluk terbiyesi vermiş? Yoksa bunu anlayamazsak zannedersem bugünün gözlüğüyle onların candan dostluklarını da pek anlayamayız. Ayetlerde öncelikle şunu görüyoruz: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır” buyrularak, inanan insanların aralarındaki dostluk ve muhabbetin iman temeli üzerine kurulduğu beyan ediliyor. “Muhakkak ki Biz şeytanları iman etmeyenlere dostlar kıldık” buyrularak da inanmayanların arasındaki dostluk ve sevginin imansızlık temeli üzerine bina edildiği açıklanıyor.

Her iki ayette de dostlar anlamında “evliya” kelimesi kullanılmıştır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) de “Allah için sevmek, Allah için buğz edip nefret etmek” tarzında bu hakikati ders vermiştir. Sahabelerin bütün dostluklarında ayetin bu sırrı apaçık şekilde kendini gösteriyor. Kur’an ve Sünnet’ten aldıkları iman şuuruyla, imanı sevmiş, inananlara candan dost olmuşlar. Allah dostlarına ve Allah’ın sevdiği her şeye karşı olağanüstü bir dostluk hissiyle coşmuş, dostları incitecek her türlü hâl ve davranıştan uzak durmuşlardır. İman eden kardeşlerine öyle bir şefkat, merhamet ve sevgi göstermişler ki, evrensel dostluğun timsali olmuşlar.

Sahabe dostluğu iman temelliydi

Kur’an-ı Kerim’de, ana babaya sevgi ve saygı kesin bir ifadeyle emredilir. Hukuklarına riayet etmeyip saygısızlık göstermek de aynı kesinlikte yasaklanır. Ancak iş, baba-evlat ilişkisinden çıkıp, inanç-inançsızlık ayırımına dayandığında, sahabeler Kur’an’ın emrine tereddütsüz uymuş, tercihlerini imandan yana kullanmışlardır. Kur’an bu hassas çizgiyi şöyle beyan buyuruyor: “Ey iman edenler! Babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü imana tercih etmişlerse, dostlar edinmeyin. Sizden kim onları (inançları bakımından) dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendisidir.”

Yine burada da dostlar anlamında “evliya” tabiri kullanılmıştır. Bunun en açık örneği Bedir Savaşı’dır. Sahabeler orada, baba ve kardeşleriyle karşı cephelerde savaş vermişlerdir. Demek sahabe dostluğu tamamen iman temeline dayanan bir dostluktur. Ve Kur’an’ın verdiği iman şuuruyla onların hayatlarına bakmak gerekir.

Gerçek dostluğun kuralları nelerdir?

Gerçek dostluğun beş anayasa maddesi şu ayetle belirtiliyor: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır.
  1. Onlar iyiliğe teşvik eder,
  2. Kötülükten sakındırır,ü
  3. Na­mazlarını dosdoğru kılar,
  4. Zekâtlarını verir,
  5. Allah’a ve Resulü’ne itaat ederler.
İşte onları Allah rahmetine eriştirecektir. Muhakkak ki Allah Azîz’dir (kudreti her şeye galiptir), Hakîm’dir (her işi hikmet iledir).”

Evet, bu beş maddeyi yerine getiren müminler Allah dostlarıdır. Bu sebeple sahabelerin de candan dostlarıdır. Ayrıca, sahabeler arasındaki dostluk hep bu beş maddede belirtilen hususlarda mükemmelleşmeye vesile olacak şekilde cereyan etmiştir. Sahabeler kendi aralarındaki dostluğa zarar verecek her şeyden şiddetle kaçınmışlardır. Çünkü dostluğu zedelemek Allah dostluğuna ve Allah dostluğuna vesile olan bu beş maddeye zarar geleceğinden olağanüstü bir şekilde korkmuşlardır. Sonra, bütün bunları o kadar doğal yerine getirmişler ki, gerçek dostluğun içini boşaltan yaranmak, sunilik, çıkarcılık gibi olumsuzluklardan herhangi bir iz, bir esinti sahabe dostluğunda asla yer edinememiştir.

Sahabenin dostluğu

Şimdi, bu sayılan maddeleri daha yakından hissedebilmek için sahabe hayatından bazı örneklere bakalım:
Ebu Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: Resulullah (a.s.m.) Selman’la Ebu’d-Derda’yı (r.anhüma) birbiriyle kardeş yapmıştı. Selman bir defasında Ebu’d-Derdâ’yı ziyaret etti. Evde, Ebu’d-Derdâ’nın hanımını düşük (basit) bir kıyafet içinde buldu. “Bu hâlin ne?” diye sordu, kadın: “Kardeşiniz Ebu’d-Derdâ’nın dünya ile alâkası kalmadı” diye açıkladı. Ebu’d-Derda geldi ve Selman’a (r.a.) yemek getirerek: “Buyur, ye!” dedi ve ilâve etti: “Ben orucum!” Selman: “Hayır, sen yemezsen ben de yemem” dedi. Beraber yediler. Akşam olunca Ebu’d-Derdâ, Selman’dan gece namazı için müsaade istediyse de, Selman: “Uyu” dedi. Beraber uyudular. Bir müddet sonra Ebu’d-Derdâ namaza kalkmak istedi. Selman tekrar: “Uyu!” dedi. Uyudular. Gecenin sonuna doğru Selman: “Şimdi kalk!” dedi. Kalkıp beraber namaz kıldılar.

Sonra Selman şu nasihatte bulundu: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” Ertesi gün Ebu’d-Derdâ, durumu Hz. Peygamber’e (a.s.m.) anlattı. Resulullah (a.s.m.) “Selman doğru söylemiş” buyurdu.[5] Evet, burada Selman (r.a.) Sahabi hanımın ince ifadesinden şikâyet konusunu nasıl da seziyor! Dostuna şefkatle yaklaşıp, iyiliğe teşvik ederek kötülükten nasıl da sakındırıyor! İşte ince ayarlı bir sahabe dostluğu…

Paylaşma fedakârlığı

Abdurrahman bin Avf, Medine’ye hicret edince Peygamberimiz (a.s.m.) Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile Ensar’dan Sa’d bin Rebi’in (r.a.) kardeş olduğunu ilan etti. Sa’d bin Rebi’, Abdurrahman’a: “Kardeşim! İşte evim, yarısı senin, işte mülküm, yarısı senin, işte eşlerim, birisini boşayıp sana nikâhlayayım” dedi. Ancak Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Rebi’e, “Sağol kardeşim! Allah aileni de, malını da sana bağışlasın. Sen bana çarşının yolunu göster!” dedi.

Sa’d, ona çarşıyı gösterdi. Abdurrahman alışveriş yaptı. Akşama bir miktar peynir ve yağ ile eve döndü. Çok geçmeden de zengin oldu. Burada da, Ensar’ın, bugünkü anlayış terazisinin tartmakta zorlanacağı, paylaşma fedakârlığının yıldızlaşan örneğini görüyoruz. Şu ayet onların bu durumunu ne güzel anlatıyor: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri darlık içinde bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar.

Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.” Öte taraftan Muhacirin de, “Fazla yük olursam, kardeşimin gönlüne dostluğu zedeleyecek bir hâl arız olabilir…” endişesi taşıdığını ve mertçe çarşının yolunu tuttuğunu müşahede ediyoruz.

“Müslüman kardeşime kin gütmem”

Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor: Bir gün Peygamber Efendimiz’le beraberdik. Allah Resulü: “Şu anda şuradan Cennetlik biri gelecek” buyurdu. Ensar’dan Sa’d isimli biri geldi. Selam verdi. Ayakkabıları sol elindeydi. Yeni abdest almış, sakalından su damlıyordu. Peygamber Efendimiz, ertesi gün de, bir üçüncü gün de aynı zat için bu müjdeyi tekrarladı. Bunun üzerine genç Sahabi Abdullah bin Amr bin As (r.a) bu zatın peşinden gitti.

Ona: “Müsaade ederseniz evinizde üç gün misafir kalmak istiyorum” dedi. Sa’d kabul etti. Abdullah bin Amr, üç gece Sa’d ile aynı odada kaldı. Abdullah, Cennetlik olan bu zatın farklı nafile ibadetini merak ediyordu. Ancak farklı bir gece namazı yoktu. Sadece konuştuğu zaman güzel sözler söylüyordu. Üçüncü gün akşamı o zata Peygamber Efendimiz’in müjdesini haber verdi. Farklı nafile ibadeti olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Sa’d: “Gördüğün gibi, benim başka yaptığım bir ibadetim yok” dedi. Abdullah kalkıp giderken, Sa’d: “Ben hiçbir Müslüman kardeşime kin gütmem. Allah’ın bir kuluna verdiği nimeti kesinlikle kıskanmam” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Amr: “Tamam, senin Cennetlik olmana sebep, bu özelliğin olmalıdır” dedi.

Bu örnekte de hem Allah dostluğunu, hem kardeşler arasındaki dostluğu zedeleyecek olan, onlar hakkındaki kötü düşünce, ayıplarını araştırma, gıybet, kıskançlık gibi günahlardan uzak bir dostluk anlayışını görmekteyiz.

Kardeşini kendi nefsine tercih etme

Yermük Savaşı’nda, Haris bin Hişam, İkrime bin Ebî Cehil ve Süheyl bin Amr (r.anhüm) akşam üzeri ağır yaralar alarak yere düştüler. Haris bin Hişam içmek için su istedi. Askerlerden biri ona su götürdü. İkrime’nin kendisine baktığını görünce: “Bu suyu kardeşim İkrime’ye götür” dedi. İkrime suyu alırken, Süheyl’in kendine baktığını gördü, suyu içmeyerek: “Bu suyu götür, Süheyl kardeşime ver” dedi.

Fakat su, Süheyl’e yetişmeden Süheyl ruhunu teslim etti. Bunun üzerine suyu taşıyan kişi İkrime’ye koştu. Fakat İkrime de şehit olmuştu. Hemen Haris’in yanına koştu. Haris de son nefesini vermişti. İşte sahabe dostluğu ve kardeşliği… En muhtaç olduğu anda bile kardeşini kendi nefsine tercih etme timsali… Keşke buraya daha fazla örnek yazabilseydim. Belki kendi dostluklarımızı gözden geçirmeye daha fazla vesile olurdu. Maalesef ayrılan yer müsaade etmiyor.

Risale-i Nur’da dostluk kavramı

Son olarak daha derin bir dostluğu ifade eden “hullet / hıllet” ile ilgili iki misalle yetinelim: Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sohbetiyle olsun malıyla olsun bana en çok ikramda bulunan Ebubekir’dir. Eğer, ben Rabbimden başkasını halil (dost) tutacak olsaydım, mutlaka Ebubekir’i halil edinirdim. (Allah arkadaşınızı kendine halil kıldı). Ancak (aramızda) İslam kardeşliği (veya İslâm hulleti) ve İslam muhabbeti var, (bu) faziletlidir.

Halil, sevgisi kalbe, hiçbir boşluk kalmayacak şekilde işlemiş, sır dünyasına girmiş dost diye tarif edilmiş. Yani, hulletle ifade edilen sevgi her çeşit eksiklikten uzak, benliğin tamamını saran bir sevgidir. Bu sebepten dolayı Peygamber Efendimiz “Eğer, ben Rabbimden başkasını halil (dost) tutacak olsaydım, mutlaka Ebubekir’i halil edinirdim.” buyurmuş, böyle bir dostluğu sadece Allah’a tahsis etmiştir. Mü’minler arasındaki İslâm hulleti ve kardeşliği hakkında ise, şunları söyleyebiliriz: Dilbilimciler hullete, sadakat ve muhabbet mânâsı verdikleri gibi, en yüksek mertebede sevgi olduğunu da söylemişlerdir. Büyük müfessirlerden olan Zemahşerî “Halil, boş anlarında seninle beraber olan, sana yoldaşlık eden, senin açığını kapayan, senin evine rahatça girip çıkabilen kimsedir.” demiştir.

Başka âlimler de “sırrına nüfuz eden kimse” veya “Kalbinde kendisinden başkasına yer vermediğin kimse” gibi birçok tarif getirmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri hıllet/hullet için şöyle der: “En yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.” İşte böyle bir dostluk kötü biriyle kurulursa, Allah korusun, insanı imandan bile eder. Meselâ: İbnu Abbas (r.a.), “O gün zalim kimse ellerini ısırıp: ‘Keşke Peygamberlerle beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim. And olsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor” der” mealindeki âyet hakkında şu açıklamayı yaptı: “Ayette zikri geçen zalim Ukbe ibni Ebi Muayt’tır. Bahsi geçen dost (halil) ise Ümeyye ibni Halef’tir. Dostu Übeyy olduğu da söylenmiştir. (Ayetin iniş sebebi olarak gösterilen olay şöyle olmuştur:) Ukbe bir yemek hazırlayarak Kureyş’in ileri gelenlerini davet etti. Resulullah (a.s.m.) da onların arasındaydı. Resulullah (a.s.m.), “Ukbe, kelime-i tevhidi söylemediği sürece yemekten almayacağım” diye buyurdu. Ukbe bu isteği yerine getirdi. Bunun üzerine dostu olan Ümeyye bin Halef veya Übeyy ona gelerek: “Sâbiî mi (Müslüman mı) oldun?” dedi. Ukbe: “Hayır, ancak yemek yemeden evimden ayrılmasından utandım” diye cevap verdi. Übeyy: “Öyleyse, gidip onun yüzüne tükürmezsen ben de senden razı olmayacağım!” dedi. Ukbe, bu talebe olumlu cevap vererek, isteneni yaptı.
To Top