iSLAM'DA VE BATIDA iNSAN HAKLARI



İnsanın olduğu her yerde, insan haklarından bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla insanlarla alâkalı birçok mevzu bir şekilde insan haklarıyla bağlantılıdır. İnsan hakları, geçtiğimiz yüzyılda dünya kamuoyunun en çok tartışılan mevzuu olmuştur.

İnsan hak ve hürriyetleri
Hak ve hürriyet mefhumları, genellikle benzer mânâlarda ve birbirinin yerine kullanılsa da, aralarında mühim farklılıklar bulunmaktadır. Hürriyet; kişinin doğuştan potansiyel olarak sahip olduğu seçme ve tercih etme hakkını, yeterli olgunluk yaşına ulaştıktan sonra hiçbir baskı altında kalmaksızın kullanabilmesi durumudur. Hak ise, insanın doğuştan getirdiği ve daha sonra içinde yaşadığı toplumun hukuk sistemi tarafından verilen ve/veya kazanılan imkânlar, fırsatlar ve nimetler bütünüdür. Buna göre devletlerin kanunlarında hürriyetler kadar, haklar da tanımlanmıştır. Batı hukukunda hürriyet, ağırlıklı olarak, 'başkalarına zararı olmadığı sürece her şeyi yapabilme' şeklinde tarif edilmiştir. İslâm hukukunda ise hürriyet, kişinin kendisine, başkasına ve çevresine zarar vermeyecek şeyleri yapabilmesi şeklinde tanımlanır. İslâm hukuku bu üç unsura eşit vurgu yaparken, Batı hukuku tarihî süreçte genel olarak hürriyetin sınırını başkalarına zarar vermemek olarak çizmiştir. Bu durum, iki medeniyetin insana, hayata ve kâinata bakış açılarının farklı olmasından kaynaklanır. Çünkü İslâm'ın temel kaynaklarından çıkarılan neticelere göre insan, kendi vücudunun bile mâliki değildir. İnsanın maddî ve mânevî varlığı, Allah tarafından kendisine emanet olarak verilmiştir. Bu açıdan insanın intihar etmesi veya başka şekilde (sigara, alkol, uyuşturucu gibi maddeleri kullanarak) sağlığına zarar vermesi haram kabul edilmiştir.

İslâm'da hakların ve hürriyetlerin kullanımı, eşitlik ve adalet prensipleriyle birlikte düşünülmektedir. İnsan haklarının tanınmasında ve o haklardan yararlanmada Müslüman-gayrimüslim, zenci-beyaz, zengin-fakir, âmir-memur herkes eşittir. Can, mal, namus, akıl ve dinin korunması açısından insanlar arasında eşitlik prensibi, esas kabul edilmiştir. İslâm ülkesinde ve bir Müslüman nezdinde her vatandaşın canı, malı, namusu, dini ve aklı koruma altındadır. Adalet prensibi ise, ehliyet ve liyakat göz önünde bulundurularak uygulanır. Meselâ insanlara vazife verilmesinde eşitlik değil, adalet prensibi esas alınır. Kur'ân-ı Kerîm'de emanetlerin ehline verilmesi yani kamu görevlilerinin belirlenmesinde adaletle hareket edilmesi üzerinde hassasiyetle durulmaktadır (Nisa, 4/58). İnsanların emeğinin karşılığının verilmesinde de, adalet ölçüsüne göre hareket edilir. Yani Yüce Beyan'ın insanlara öğrettiği; "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." (Necm, 53/39) prensibidir.

Hak ve hürriyet kavramları, vazife ve mesuliyet kavramlarıyla iç içedir. Biri olmadan, diğeri sağlıklı bir şekilde gelişemez ve kullanılamaz. İnsanın gelişmesi sürecinde, hayatın farklı safhalarında hak, hürriyet, vazife ve mesuliyetler yer değiştirebilmektedir. Diğer yandan, her hak ve hürriyetin devam edebilmesi, onunla bağlantılı vazife ve sorumlulukların yerine getirilmesine bağlıdır. Meselâ bir evde çocukların mutfak ve banyoyu kullanma hak ve hürriyeti vardır. Fakat bu hak ve hürriyet ancak bu mekânların düzenli ve temiz bir şekilde tutulması vazife ve sorumluluğu ile birlikte bir mânâ kazanır. Ayrıca bu hak ve hürriyetler ancak vazife ve sorumlulukla birlikte götürüldüğü takdirde devam edebilir.

Ayrıca birileri için hak ve hürriyet olan şeyler, başkaları için vazife olabilmektedir. Meselâ çocuğun hakları, anne-baba için bir vazifedir; kadının hakkı, kocasının üzerine bir vazifedir, vatandaşın hakkı, devlet için bir vazifedir. Bu sebeple Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîsinde haklar yerine vazife ve mesuliyet üzerinde durulmuştur: "Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz. Koca ailesinin çobanıdır ve onlardan mesuldür. Kadın evinin ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan mesuldür. Devlet adamı da, halkının çobanıdır ve halkından mesuldür."

Batı'da ve İslâm dünyasında insan haklarının tarihî seyri
İnsan hakları ve hukuk devleti gibi kavramların Batı'da ve İslâm dünyasında ortaya çıkışları oldukça farklı bir merhale takip etmiştir. Avrupalılar kölelikten günümüzdeki insan hakları uygulamalarına gelene kadar, oldukça büyük bedeller ödemişlerdir. 1789 Fransız İhtilâli'nin sloganı olan "hürriyet, eşitlik ve adalet", yüz binlerce insanın kanına ve canına mal olmuştur.

İslâm, insanlığın hayatına girdiği ilk günden itibaren, kendi hürriyet anlayışını müntesiplerinin vicdanında inşa etmeyi başarmıştır. İlk Müslümanlar, insan hakları noktasında dinin koyduğu, başkalarının hak ve hukukuna dâima saygılı olmuşlardır. Meselâ, Osmanlı'nın fethettiği topraklardaki Müslim ve gayrimüslim vatandaşlarına karşı, asırlar boyu sürdürdüğü, insan hak ve hukukuna riayette gösterdiği titizlik, günümüzde bile takdir edilmektedir. Müslümanlar, insan hakları ve hukuk devleti gibi kavramları -Batı'daki gibi kanlı savaşların neticesi elde edilen bir kazanım olarak değil- bir mesuliyet ve vazife şuuru olarak telâkki etmişlerdir. Müslümanlar için bahsi geçen hak ve hürriyetler, hiçbir zaman insanların keyfine bırakılmamıştır.

Batı'da insan haklarının gelişme merhalesi çok sıkıntılı olmuştur. Fransa, İngiltere, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri gibi Batılı ülkelerde, insan hakları konusunda çeşitli bildiriler kabul edilmişse de, iktidara gelen baskıcı yönetimler, hak ve özgürlükleri çiğnemekten geri durmamıştır. Bu açıdan Batılıların insan hakları konusunda yaşadıkları en mühim problem, baskıcı yönetimlerin ortadan kaldıramayacağı hakların kabul edilmesi olmuştur. Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin gibi diktatörlerin hazırlamış oldukları kanunlar, hak ve hürriyetleri, temelinden sarsmıştır. Bunun üzerine özellikle Almanya'da hukuk devleti prensibi benimsenmiş ve kanunların eşitliğe, adalete ve insan haklarına uygun olması gerektiği üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Hukuk devleti prensibine göre eşitlik, adalet, insan hakları gibi temel hukuk kaidelerinin varlığı, değiştirilemezliği ve ihlâl edilemezliği esastır. Hangi yönetim iktidara gelirse gelsin, bu kaidelere uymak zorundadır.

Batı'nın insan hakları yolculuğunda, eşitlik, adalet, hukuk devleti gibi temel hukuk prensiplerinin kaynağı üzerinde farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı filozoflar, hukukun kaynağını "sosyal sözleşme" gibi muğlâk bir kavramla temellendirmeye çalışmışlarsa da, böyle hayalî bir temel üzerine toplumu ayakta tutacak bir hukuk sisteminin kurulması mümkün olmamıştır. Pozitivizm, Marksizm gibi maddeci doktrinler ise, değiştirilemez, sabit temel hukuk prensiplerinin varlığını kabul etmez. Hukuku sosyal ve ekonomik şartların belirlediğini ileri sürerler. İslâm'ın hukuk anlayışına en yakın teori, tabiî hukuk görüşü olmuştur. Tabiî hukuk görüşüne göre, değişmez ve ideal hukuk kaideleri vardır. İnsanlar bu ideal kaidelere ulaşmak için gayret sarf ederler. Tabiî hukuk teorisinin temsilcilerinden Burlamaqui, tabiî hukuk mefhumu ile bütün insanlar için Allah tarafından konulmuş genel kaidelerin kastedildiğini söylemektedir.

İslâm'da hukukun temel prensipleri ve düzenlemeleri, Kur'ân ve Sünnet ile tespit edilmiştir. Ayrıca toplumların devir ve şartlara göre hızla değişen problemlerine çözüm üretmek için, "içtihat" kapısı dâima açık tutulmuştur.

İslâm'da insan haklarının kaynağı
İslâm'da insan haklarının kaynağı İlâhî'dir. Allah, insanı varlığa müdahale hakkı olan, yeryüzünde adaletle hareket edecek bir halife olarak yaratmıştır (Bakara, 2/30). Yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratılan insana, Allah tarafından eşyanın isimleri öğretilmiş; böylece insan halifelik vazifesini yapabilmesi için gerekli donanımlarla mücehhez hâle getirilmiştir. (Bakara, 2/31) İnsanların hakları, kendilerine ihsan edilen bu donanımlar içerisinde bulunmaktadır.

Yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratılan insan, adaletle hükmetmek ve diğer varlıklara haklarını vermekle vazifelidir. İnsanın bu mesuliyeti, dağların almaktan çekindiği bir emanettir. Dolayısıyla bu emanetin içine, bütün mahlûkata karşı mesuliyet duygusuyla sahip çıkmak da girer. Kendisinin sahip olduğu hak ve hürriyetleri, Yaratıcı'sından alan insan, maddesi itibariyle en güzel şekilde yaratılmış (Tin, 95/4); mânâsı itibariyle de kendisine lüzumlu olan kabiliyetler ikram edilmiştir (İsrâ, 17/70).

İnsan haklarının İlâhî kaynaklı olması, onların beşer tarafından ortadan kaldırılamayacağı, değiştirilemeyeceği neticesini doğurmaktadır. Yeryüzünde hangi devlet hüküm sürerse sürsün, hangi hukuk sistemi uygulanırsa uygulansın insan, yaratılıştan gelen bu hak ve hürriyetlere sahip olmaya devam edecektir. Devletlerin veya insanların bu hak ve hürriyetleri yok saymaları, onların varlığına engel değildir. Çünkü bu hak ve hürriyetler, Yüce Yaratıcı'nın beyanı olan Kur'ân'da ve elçisi olan Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinde değiştirilemez şekilde yer almıştır.

Kur'ân'da ve Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet'inde yer alan insan haklarının kanun maddesi olarak ifade edilmesi, insanın ulaştığı medeniyet seviyesine göre farklılık göstermektedir. Sözgelimi, Allah insanı hür olarak yarattığı hâlde, geçmiş devirlerde insanlar köleleştirilmiştir. Artık günümüzde İlâhî Beyan'ın ruhuna uygun şekilde köleliğin insan fıtratına uymadığı hakikati anlaşılmış ve devletlerin hukuk sistemlerinde köleliği reddeden düzenlemeler yapılmıştır. Kölelik, İslâm'ın ilk asırlarında ciddi bir mücadeleyle minimize edilmişken, Batı dünyası ne yazık ki 20. yüzyıla kadar köleliği uygulamıştır. Köleliğin izleri, Batı toplumlarında hâlâ değişik şekillerde görülmektedir.

Netice olarak, sınırsız nimetler içerisinde yaratılan insan, dünyadaki macerasında yaratılış gayesine uygun olarak yaşamalıdır. Yüce Yaratıcı'nın insana verdiği hak ve hürriyetler, devletler ve insanlar tarafından elinden alınamaz.
To Top