NiYET iNSANI KURTARABiLiR Mi?



NiYET iNSANI KURTARABiLiR Mi?


Neticede bir iş ve amele götüren niyet insanı kurtarabilir. Aksine, azim ve gayrete inkılâp etmeyen bir niyet ise asla...
 
Niyet, bir kast ve teveccüh, bir azim ve şuur demektir. Niyet sâyesinde insan, nereye yöneldiğini, ne istediğini bilir ve yine onun sayesinde bir bulma ve elde etme şuuruna ulaşır.

İnsanın, bütün fiillerinin esası niyet olduğu gibi, eğilimlerine göre, "benim" deyip sahip çıkacağı işlerin vesilesi de yine niyettir. Kezâ; iradenin en sarsılmaz kâidesi ve insandaki inşa gücünün en metin temeli de niyettir. Hatta, diyebiliriz ki; kâinatta ve insan nefsinde her şey, hem başlangıç itibarıyla, hem de devam itibarıyla niyete bağlıdır. Ona dayandırmadan ne bir şeye varlık kazandırabilmek, ne de daha sonra onu devam ettirebilmek mümkün değildir.

Her şey, evvelâ zihinde bir tasarı olarak belirir. İkinci bir teveccühle plânlaştırılır. Daha sonra da azim ve kararlılıkla tahakkuk ettirilir. Bu ilk tasarı ve plân olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irade ve azim görmeyen her tasarı ve plân da akîm ve neticesiz kalacaktır.

Niyetteki bu güç ve müessiriyete delâlet edecek pek çok şey vardır. Ne var ki, çokları, yaşadıkları hayatın şuurunda olmadıkları için, bu güç ve müessiriyetten de haberleri yoktur.

Niyet, insanın iyiliklerine ve kötülüklerine bakan yönüyle de oldukça ehemmiyet arz etmektedir. Bu noktada o, ya bin - şifâ va'diyle gelen bir iksir veya bütün iş ve davranışların semere ve neticelerini alıp götüren bir tufan ve bir kasırgadır. Nice küçük işler vardır ki; niyet sâyesinde büyür; bir dane iken bin başak, bir damla iken derya olur. Ve nice dağ cesâmetinde himmet ve gayretler de vardır ki, kötü niyet yüzünden semeresiz ve güdük kalmışlardır.

Kulluk şuur ve idrakiyle yatıp kalkmalar, yerlere kapanmalar; aç susuz durmalar ve meşrû bir kısım arzu ve isteklerden uzaklaşmalar, insanın başını en yüce âlemlere ulaştırır ve onu sultan kılar. Oysaki, aynı hareketler ve daha binlercesi, bu idrakten uzak yerine getirildiği zaman, ızdırap çekme ve yorulmadan başka bir şeye yaramaz. Demek ki, Yaradan'ı hoşnut etmek yolunda insan, hem işlediği şeyler, hem de terk ettiği şeylerle yükseliyor ve "ahsen-i takvîm"e mazhar oluyor. O'nun hoşnutluğu dışında ise, bin amel ve gayret hiçbir işe yaramıyor...

Niyet, öyle bir mâyedir ki, "yok" onunla "var" olup bir cilve gösterir; var gibi görünen şeyler de yine ondaki bozukluktan ötürü ölür ve tesirsiz kalır.

Gazada, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerin bin türlü ifsadına hep ıslah gayretleriyle mukabelede bulunarak milletimizin yarınlarını aydınlatmak isteyen mertlerin saf niyetlerinin yanı başında; iş ve faaliyetlerini şahsî çıkarları ve hasis menfaatlerine bağlayanlar da küçümsenmeyecek bir yekuna sahiptirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de baş aşağı yıkılıp "Tamu"ya gideceklerdir.

Niyet, bu mahdut ve muvakkat dünya hayatında, sınırsızlığa kapı ve pencere açan esrarlı bir anahtar ve belli bir ömürde ebedî saadet veya şekâvet vâdeden müthiş bir dildir. Bu âleti güzel kullanan vazifeşinaslar, hayatlarında ölü ve muzlim bir nokta bırakmayacak şekilde, dünyalarına nur serpip ebedî aydınlık ve huzura erebilirler. Zira, günlük, haftalık, aylık vazifeler, samimiyetle edâ edildikçe, o vazifelere terettüp eden fazilet ve sevâp, sadece vazifenin edâ edildiği zamana münhasır kalmayacak; bilakis, bütün bir hayatın saniye ve dakikalarını içine alacak şekilde tesir ve şümûl gösterecektir.

Cihada hazır bir asker, fiilen cihatta bulunmadığı zamanlarda dahi, mücahitlerin hissesine düşen sevâbı alacak. Kışlada nöbet saatinin gelmesini bekleyen bir er de, nöbet bekliyor gibi, aylar ve aylar, kendini ibâdete vermiş birinin ibâdetine terettüp eden hasenâtı elde edecektir.
İşte bu sırdandır ki, inanan insan, muvakkat bir hayatta ebedî saadet ve ölümsüzlüğe erdiği gibi; inkâr eden de ebedî şekâvet ve talihsizliğe namzet olacaktır. Yoksa zâhirî adâletin iktizâsına göre, herkes kendi ibâdet ve fazîleti kadar veya rezâlet ve denâeti miktarınca lütûf ve ihsâna; kahır ve azaba dûçâr olması uygun düşerdi ki; o da, iyilerin cennetlerde kalacakları sürenin, iyi insan olarak yaşadıkları süre kadar, kötülerin de Cehennem'de kalacakları süre kötülükleri kadar olabilecekti. Hâlbuki, ebediyet hem kötüler için, hem de iyiler için kazanılmış en son durumdur ve ötesinde hiçbir şey düşünmek de mümkün değildir.

İşte böyle, hem bitmeyen bir saadet, hem de tükenip yok olmayan bir azap ve şekâvet, sadece insanın niyetinde aranmalıdır. Ebedî iman ve istikamet düşüncesi, ebedî saadete vesile olacağı gibi, ebedî küfran ve inhiraf düşüncesi de, ebedî talihsizliği netice verecektir.

Son dakikalarında kalbi, kulluk şuuruyla dolu bir insan, binlerce yıl ömrü olsa, düşünce dünyası istikametinde sarf edeceği için, o niyet ve kararlılıkta bulunduğundan ötürü, niyeti aynen amel kabul edilerek, ona göre muâmeleye tâbi tutulur. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır."[1] Öyle de, son dakikalarını yaşayan bir inkârcı, o ilhad ve küfür düşünceleri içinde, geleceğin binlerce yüz binlerce yılını karartma niyetinde olduğu için, niyetine göre cezaya çarptırılacaktır.

Demek oluyor ki, bu mevzûda esas olan şey, onların yaşadıkları mahdut ve sınırlı hayatın vesileliğinden daha ziyade -aslında o mahdut hayat da niyetin tezahüründen ibarettir- onların niyetleridir. Ebedî saadete iman ve onu kazanma -milyonlarca seneye vâbeste olsa dahi- mü'min ferde ebedî Cennet'i kazandırıyor; aksi de, kâfire Cehennem'i.

İnkârcı, isteyerek ve dileyerek içinde yaşattığı küfrün cezasını çekeceği gibi, bütün küfür ve taşkınlıklara sebebiyet veren şeytan dahi, bağrında barındırdığı devamlı inkâr düşüncesinin cezasını, hem de bitmeyen bir azap olarak çekecektir.

Aslında, yaratılışına terettüp eden şeyler itibarıyla, şeytanın gördüğü bir hayli iş ve hizmetler de vardır. İnsanın bir kısım istîdat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirilmesinde, beşerin fıtratında bulunan pek çok müsbet madenin tasfiye görüp açığa çıkmasında; hatta, kalb ve ruhun uyanık ve tetikte bulunmasında inkâr edilmeyecek kadar tesiri görülür şeytanın...
Evet o, fertlere ve topluma musallat olur. Onların gönüllerine zehirli tohumlar saçarak, o gönülleri kötülüğün ve karanlığın yetiştirildiği tarlalar hâline getirmeye çalışır. Onun bu ifsat ve saptırma gayretlerine karşılık, bünyedeki mânevî duygular alârma geçer, tıpkı, antibiyotiğe karşı vücudun teyakkuza geçmesi gibi... Bu ise insan letâifinin gelişmesini, kuvvetlenmesini, hatta, bu en can alıcı hasım karşısında sık sık Yaradan'a sığınmasını netice verir ki, bu da insanın kalbî ve ruhî hayatı adına, pek az bir zarar ihtimaline karşılık, pek çok şey kazanması demektir. Böyle mânevî bir tesirle insanoğlunda mücadele azminin kamçılanması ve onun dikkate ve teyakkuza sevk edilmesi, nice saf madenlerin som altın ve nice evliyâ ve asfiyânın, büyük mücâhitler ve kahraman gâziler olarak ortaya çıkmalarına vesile olmuştur.

Ne var ki, şeytanın, bu güzîde insanları, mücâhede ve mücadeleye sevk edip, onlara pâyeler kazandırmasına mukâbil, kendisi için hiçbir mükâfat bahis mevzû değildir. Çünkü o, yaptığı bu şeyleri, Hak dostları yücelsin diye yapmıyor; bilâkis, onları günahlara sokmak ve yıkmak için yapıyor...

Demek oluyor ki, şeytanın hem niyeti bozuk, hem de ameli. O başkalarına kazandırdığı yüceliklerle değil; kendi pestliğine, niyet ve davranışlarının fena olmasına göre muâmeleye tâbi tutulacaktır.

Şeytanın, niyeti bozuk ve davranışları da fenâdır. Bir kere, isyanı şuurluca ve saptırması bilerektir. "Ben sana secde ile emretmişken, seni, secde etmekten alıkoyan neydi? O (İblis) dedi: - Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. Allah (c.c.) buyurdu: - İn oradan (cennetten) sana orada kibirlenmek gerekmez, çık. Çünkü sen, hor ve bayağı kimselerdensin. İblis: Bana ba'solunacak güne kadar mühlet ver, dedi. Allah da: - Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu."[2] Bu ilk isyan ve baş kaldırma, şuurluca bir cedel ve sonra da küfür yolunu seçmektir. İnsanlığı baştan çıkaracağına dair olan yeminleri ise, beşerin bitip tükenme bilmeyen dramının esâsıdır.

Şeytanın, bu kararlılık ve niyetinden ötürüdür ki; onun düşmanlığı sâyesinde uyanan bir kısım duygular, sâhibi için faziletlere götürücü olsa bile, şeytan, o gayretinden ötürü asla mükâfat alamayacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, niyet mü'minin hayatında her şeydir. Ferdin ölü davranışlarına canlılık kazandıran o olduğu gibi, onun bütün bir ömrünü "binveren" bir tarla hâline getiren de odur. Sınırlı bir dünya hayatında, ebedî saadete bakan bütün kapı ve pencereleri açan o olduğu gibi, ebedî talihsizliği ve ebedî hüsrânı hazırlayan da odur.

"Ameller niyetlere göredir."[3] muâmele de amele göre cereyan edecektir.
Ahsen-i takvîm: En güzel, en ideal şekil, hâl
Asfiyâ:
İlim ve takvalarıyla seçkin, Hz. Peygamber'in (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) gerçek varisi kişiler
Cesâmet:
Büyüklük, irilik
Güdük:
Kısır, verimsiz, neticesiz
Dûçâr olmak:
Maruz kalmak, yakalanmak
İfsat:
Bozma, karıştırma, karışıklık çıkarma
Şerir:
Şerli, şirret
Tamu:
Cehennem
Terettüp etmek:
Gerekmek, üzerine düşmek

[1] Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, 2/143; Heysemî, Mecmaü'z-Zevâid 1/61
[2] A'râf sûresi, 7/12-16.
[3] Buhârî, Bed'u'l-Vahy 1; Müslim, İmaret 155; Ebû Dâvud, Talak 11.

To Top