MÜ'MiN PEYGAMBER


"O Peygamber, Rabbından kendisine indirilene iman etti. Mü'minler de. Hepsi, Allah'a, O'nun meleklerine, kitablarına ve rasullerine iman ettiler (ve dediler ki:) "Biz, O'nun rasullerinden hiçbirini (diğerlerinden) ayırdetmeyiz." Ve yine dediler ki: "(Ey Rabbımız), işittik/dinledik ve itaat ettik. Bize mağfiret eyle. Elbette Sana'dır dönüş/varış." (Bakara Suresi, 285)


Aslında Hz. Peygamber de bir insan olduğu için başlangıçta O’nun da peygamber olarak gönderildiğine inanması pek kolay olmamıştır. Peygamberlik müessesesi hakkında bir bilgisi olmadığı için ilk vahy gelişinde son derece korkmuş ve eşi Hz. Hatice (ra.)’nin yanına titreyerek dönmüş ve ancak “Beni örtün, beni örtün.” diyebilmiştir.

Bu âyet-i kerimenin, bunu takib eden âyetle birlikte Hz. Peygamber'e miracda verildiğine dair rivayetler vardır. Abdullah ibn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre "Rasûlullah (sav)'e miracda üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara suresinin sonu ve Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadıkları (şirk koşmadıkları) takdirde ümmetinin, onları cehenneme sürükleyecek günahlarının affedileceği müjdesi." (Müslim, İman, 279; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I/422). Ancak Bakara Suresi, Medine'de nazil olan bir sure olduğu için bu âyetlerin de Medine-i Münevvere'de ve bir önceki "Siz içinizdekileri açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onlardan hesaba çekecektir..." âyet-i kerimesinin nüzulü üzerine sahabenin "Ey Allah'ın elçisi, içimizden geçenleri açıklasak da açıklamasak da hepsinden hesaba çekilip cezalandırılacak isek o zaman biz helâk olduk!" diye sızlanmaları üzerine mü'minlere bir ikram olmak üzere bu iki âyet-i kerimenin indiği rivayetleri (bakınız: Müslim, İman, 199, Ahmed ibn Hanbel, Müsned, II,412) surenin medenî olmasına daha uygun görünüyor.

Bu âyet-i kerimede de sevgili Peygamberimiz'in sadece O'nda değil, bir peygamberde olmazsa olmaz vasıflarından bazılarını bulmaktayız. Şöyle ki:

Peygamberlik müessesesi harikulade, yani alışılmadık, insanların alıştığı, itiyad kesbettiği ve normal kabul ettiği bir müessese değildir. Bu bakımdan insanlar tarafından kolaylıkla kabul edilmemiş ve her peygamber, muhatablarından, önce büyük bir direnmeyle karşı karşıya kalmıştır. Gerçekten tecrübeye dayanan insan aklının, böyle alışılmışın dışında bir müesseseyi kabul etmesi akla da aykırıdır. Bu yüzden peygamberlik, Kur'an-ı Kerim'de akılla değil, imanla ilişkilendirilmiş; iman da Allah'ın hidayetine bağlanmış; "O, dilediğine hidayet buyurur, dilediğini de dalâlette bırakır." buyrulmuştur.

Aslında Hz. Peygamber de bir insan olduğu için başlangıçta O'nun da peygamber olarak gönderildiğine inanması pek kolay olmamıştır. Peygamberlik müessesesi hakkında bir bilgisi olmadığı için ilk vahy gelişinde son derece korkmuş ve eşi Hz. Hatice (ra.)'nin yanına titreyerek dönmüş ve ancak "Beni örtün, beni örtün." diyebilmiştir. Bu ilk korkusu geçtikten sonra merakla açıklama bekleyen eşine olanları anlatmış, "Bana kötü bir şeyler olmasından korktum" demiş yani "Acaba ben deliriyor muyum?" diye de sormuştur. Cahiliye döneminde Hıristiyan olan amcası Varaka ibn Nevfel'den, geçmiş peygamberlerle ilgili bazı bilgiler edinmiş olan Hz. Hatice O'nu teskin ederek: "Ey Muhammed, sakın korkma, Allah'a yemin ederim ki Rabbın seni (insanlar içinde) asla rezil etmeyecek, aşağılamayacaktır. Çünkü sen sıla-i rahimde bulunur, zayıflara ve yorgunlara yardım eder, yoksul için kazanır onlara yardım eder, misafire ikram eder ağırlar, Hakk'tan gelen musibetlere karşı insanlara yardım edersin." demiş, daha sonra da amcası Varaka'ya Efendimiz'i götürerek durumu hakkında onun bilgisine başvurmuştur.

Hadise, Buhari'nin Sahih'inde ayrıntılı bir şekilde anlatılmakta (Buhari, Bed'u'l-vahy, 3) olup bu rivayetteki ayrıntılardan anlıyoruz ki Hz. Peygamber aklına bir şey olmasından, yani aklını kaybetmesinden, delirmiş olmaktan korkmuş, hatta daha sonraları, vahyin kesilmesi döneminde (fetretu'l-vahy) dağlara çıkıp kendini yüksek kayalardan atarak hayatına son vermeyi bile düşünmüş ve fiilen bunu gerçekleştirmeye kalkınca Hz. Cibrîl kendisine tekrar gelerek "Ey Muhammed, sakın böyle bir şey yapma, Ben Allah'ın sana elçisi Cibrîl'im, sen de gerçekten Allah'ın Hak peygamberisin" diyerek O'nu teskin etmiş, temin etmiş (O'na güven vermiş) (Buhari, et-Ta'bîr, 1) ve böylece Hz. Peygamber, gerçekten Allah'ın elçisi olduğuna inanabilmiştir.

Demek ki Allah'ın Rasûlü (sav), Allah'ın son peygamberi olarak O'nunla birlikte gönderilen Hak dine ilk inanandır, ilk mü'mindir. Bu imanından sonradır ki en yakınından yani eşinden başlayarak insanları bu Hak dine çağırmaya başlamış ve davasına inanan bir mü'min olduğu için de bu davetinde kısa zamanda başarılı olmuş; kesin başarısını bir insan ömrünün kısa bir dönemi denebilecek 23 senelik bir zamana sığdırabilmiştir.

İşte bu âyet-i kerime, Hz. Peygamber'in bu iman sürecine işaret etmekte olup O'nun, Rabbından alıp getirdiği dine ilk inanan mü'min olduğunu vargulamıştır.

Burada "Rabbından kendisine indirilene iman"dan iki iman kastedilmiştir ki birisi "indirme hadisesinin bizzat Allah'tan olduğuna iman", diğeri de bu indirme ile "kendisine bildirilenlerin Hakk olduğuna iman"dır. Yani hem vahye, hem de vahy mahsulü olan dine inanmış, tasdik etmiştir.

Ayet-i kerimede "Allah'tan indirilene iman" değil de "Rabbından indirilene iman" ifadesiyle indirmenin Allah'ın "Rabb" sıfatına izafe edilmesi, Hz. Peygamber'e verilen peygamberliğin bizzat O'na Allah'ın bir lutfu, bu peygamberlikle gönderilen Hak dinin de yine Allah'ın insanlara ve cinlere bir lutfu olduğunu ihtar etmektedir. Yani Allah'ın Rububiyyetinin, yaratıklarına merhametinin tabii bir neticesi ve tezahürü olarak Hz. Peygamber, peygamber olarak gönderilmiş ve sapkın, küfür ve inkâr bataklıklarında bocalamakta olan insanlar ve cinler bu kötü durumdan kurtarılmak istenmiştir. Gerçek Rabb'a yaraşan da budur.


“Peygamberlik müessesesine ve bunu getirip insanlara tebliğ eden Hz. Muhammed (sav)’in Allah’ın Rasulü, elçisi, peygamberi olduğuna iman etmeyenlerin diğer iman konularına imanının da bir değeri yoktur. Ayet-i kerimenin, “Hz. Muhammed (sav)’in imanı ile başlaması da bu hakikate işaret etmektedir.

Ayet-i kerime, Hz. Peygamber'in imanına bu şekilde icmalen ve cümleten işaretten sonra bu "İman"ı biraz daha açar, "icmalden sonra tafsîl" metoduyla, yani kısa ve öz olarak ifadeden sonra ayrıntıları ve uygulama esaslarının açıklanmasını bekleyen insan aklına "indirilenlerin ve iman edilmesi gerekenler"in neler olduğunu açıklamaya geçer. "Hepsinin", yani Hz. Muhammed (sav) ve O'na ve getirdiklerine iman edenlerin öncelikle "Allah'ın var, bir ve tapınılması gereken yegâne ma'bûd" olduğuna iman ettiklerini belirtir. Burada "Allah'a iman"ın başa alınması, "inanılması gereken (mâ yu'menu bih) diğer konuların hep Allah'a iman ile ilişkilendirildiğini gösterir. Yani Amentü ile özetlenen iman konularının hepsi öncelikle Allah'a iman ile gerçekleşir. Dolayısıyla var ve bir olan Allah'a iman etmedikten sonra diğer konulara imanın da pratikte bir değeri yoktur.

Aynı şekilde "Peygamberlik müessesesine ve bunu getirip insanlara tebliğ eden Hz. Muhammed (sav)'in Allah'ın Rasulü, elçisi, peygamberi olduğuna iman etmeyenlerin diğer iman konularına imanının da bir değeri yoktur. Ayet-i kerimenin, "Hz. Muhammed (sav)'in imanı ile başlaması da bu hakikate işaret etmektedir.

Yine bu âyet-i kerimedeki "Biz, elbette Allah'ın rasullerinden hiçbirini diğerinden, diğerlerinden ayırmayız." ifadesine dikkat etmelidir. Gerçek mü'min, sadece Hz. Musa'nın, veya sadece Hz. İsa'nın, ya da Hz. Muhammed (sav)'in peygamber olduğuna iman eden değil; Allah'ın, Hz. Adem (a.s)'den Hz. Muhammed (sav)'e kadar insanlara birer hidayet rehberi olarak gönderdiği bütün peygamberlerin Allah tarafından gönderilmiş peygamberler olduğuna iman etmiş olandır.

Nasıl ki Hz. Muhammed (sav)'in peygamber olduğuna iman edip de Hz. Musa'nın veya Hz. İsa'nın Allah'ın peygamberi olduğuna iman etmeyen "kâfir" olursa aynı şekilde Hz. İsa'nın peygamberliğine iman ve onun getirdiği şeriate tabi olup da Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğine iman etmeyen bir Hıristiyan da "kâfir"dir. Zira bu âyet-i kerimede, gerek Hz. Peygamber ve gerekse O'na vahyolunanlara iman eden mü'minlerin "Allah'a, O'nun meleklerine, gönderdiği kitablarına, gönderdiği peygamberlerine" hem de "hiçbirini diğerinden ayırmadan" iman ettiklerini haber vermektedir. Bu haber ışığında "Cibrîl bizim düşmanımızdır." diyen Yahudilerin (bak: Bakara Suresi, âyet: 97 ve 98) imanından ve onların gerçek birer mü'min olduğundan bahsedilebilir mi?

Daha doğrusu, "İman" dediğimiz müessese bir bütündür, parçalanma kabul etmez. Bir insan "Ben Allah'a iman ettim" diyorsa, O Allah'ın gönderdiklerinin de birer hakk ve gerçek olduğuna iman etmiş demektir. Değilse "Siz bu kitabın bir kısmına iman ediyor, diğer bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası ancak dünya hayatında bir rezilliktir. Ahirette de elbette azâbın en katısına döndürüleceklerdir. Hiç kuşkusuz Allah (onların yapmakta olduklarından) gafil/habersiz değildir" (Bakara Suresi, 85) âyet-i kerimesinin tehdidinden ve buradaki "Biz Allah'ın rasullerinden hiçbirini diğerlerinden ve birini diğerinden ayırmayız." iman esasını ihlâlden kurtulamaz.

Ayet-i kerimenin "Rabbımız dönüşümüz ancak Sana'dır, dönüp dolaşacak, yaşadığımız kadar yaşıyacak, kabirde Senin dilediğin kadar kalacak, cennete, ya da cehenneme gidecek ama sonunda Sana döneceğiz; dönüp dolaşıp varacağımız yer yine Senin katındır." ifadesiyle bitmesi iman esaslarından "Ahirete iman"ı düzenlemektedir.

Böylece iman esasları birer birer açıklanmış olmakta: Allah'a, Allah'ın meleklerine, Allah'ın kitablarına, Allah'ın peygamberlerine ve son olarak da Ahirete iman.

İşte bir kimse bu beş iman konusuna, bunların hepsine icmalen ve tafsilen iman etmemişse gerçek mü'min değildir; dünyada mü'minlere vadolunanları haketmemiştir, kendisine dünyada mü'min muamelesi yapılmaz, âhirette de kâfirlere vadolunan azaba çarptırılmayı hakeder. Allahu A'lem.


Herhangi bir konuda, herhangi bir işte, herhangi bir dava veya ideolojide başarılı olmanın sırrı öncelikle ona inanmakta yatar. Bir dava adamı, eğer o davasının gerekliliğine ve haklılığına inanmazsa davasında başarılı olması mümkün değildir.

Âyet-i Kerimenin Günümüze Bakan Yönü:

Herhangi bir konuda, herhangi bir işte, herhangi bir dava veya ideolojide başarılı olmanın sırrı öncelikle ona inanmakta yatar. Bir dava adamı, eğer o davasının gerekliliğine ve haklılığına inanmazsa davasında başarılı olması mümkün değildir. Herhangi bir iddia sahibi, o iddiasının haklılığına kendisi inanmıyorsa başkalarını da ikna edemeyecektir.

Bir lider, lideri olduğu toplumu peşinden sürüklemek istiyorsa toplum fertlerinden önce bizzat kendisi temsil ettiği ideale sahip ve o idealin mü'mini olmalıdır. Hz. Muhammed (sav), şayet Hakk'ın hakk elçisi olduğuna kendisi iman etmemiş olsaydı elbette hayatında yüz binleri, vefatından sonra da milyarları ümmeti haline getiremezdi. Cahiliye bataklıklarında bocalayan, mekârim-i ahlâktan hemen bütünüyle yoksun bir toplumdan, bütün insanlığa örnek olacak ideal bir müslüman toplum oluşturamazdı. Getirdiği Hakk nizamı bizzat kendisi günlük hayatında yaşamasaydı o kaba saba, her türlü ahlaksızlığı rahatça işleyebilen, hayırdan nasibi olmayan cahiliye araplarını eğitemez, eğitmeye çalışsa bile başarılı olamazdı.

Bir insanın her hangi bir işte başarılı olmasının demek ki olmazsa olmaz şartı, o işin doğru olduğuna herkesten önce bizzat kendisinin inanması, iman etmesidir.

Elbette kişi, inandığı hakk davanın gerçekleştirilmesinde elinden gelen gayreti gösterecek, ama bundan sonra da bilerek ya da bilmeyerek işlemiş olduğu günahların, yapmış olduğu yanlışların, davasını gerçekleştirmede bir engel olduğunu, işini zorlaştıracağını bilerek Allah'ın tevfikine muhtaç olduğunun idrakinde olacak; Allah'ın tevfikini, hayırda kendisini muvaffak kılmasını isterken de öncelikle hayırla arasında bir engel oluşturan günahlarından Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunacak; bu tevbe istiğfarından sonra Allah'tan muvaffakıyyet istemeye yüzü olacaktır.

Ayet-i kerimede, mü'minlerin, bir sonraki âyet-i kerimede dile getirilen isteklerini dile getirmeden önce, başka bir ifadeyle duaya başlamadan önce "Ğufrâneke Rabbenâ=bağışla bizi Rabbımız, affeyle bizi Rabbımız, mağfiret eyle bize Rabbımız!" diye söze başlamaları, Allah'a duaya başlamadan önce bizim de mutlaka tevbe istiğfar etmemiz gerektiğini hatırlatmakta, ihtar etmektedir. Bu, Allah'a duada mutlaka uymamız gereken bir kuraldır ki sadece bu âyet-i kerimede değil, Kur'an-ı Kerim'de bir çok âyet-i kerimede bizlere dua adabı sadedinde hatırlatılmaktadır.

Yine bu âyet-i kerimede Rasûlullah'ın, "Kendisine indirilene iman ettiği" cümlesi ile başlanması ve O'nun, ayrıntılara geçmeden önce "bir bütün olarak vahyedilen sisteme iman ettiği"nin belirtilmesi, O'nunla gönderilen Hakk dinin bir bütün olduğunu ihtar etmektedir. Yani İslâm, sadece namaz kılmaktan ibaret değildir. İslâm sadece Ramazan'da oruç tutmaktan ibaret değildir. İslâm, "Hz. Muhammed (sav)'e 23 senede peyderpey indirilen Kur'an-ı Kerim'in bütününün ifade ettiği bir hayat nizamıdır" ki emirleri ve yasakları birbirini teyid eder, birbirini tamamlar mahiyettedir. Bunu, bir dişliler sistemi olarak düşünürsek, dişlilerden birinin sadece bir dişi kırılacak olursa bütün dişlilerin darmadağınık olacağını ve sistemin, kendisinden beklenen faydayı sağlayamayacağını hepimizin çok iyi bilmesi gerekir.

Ayrıca, insanları bu dünya hayatında iyi insan, iyi vatandaş, huzurlu insan, verimli insan, mutlu insan olarak yaşatmak ancak bu dünya hayatından sonra Kaadir-i mutlak bir Yaratıcı'nın huzurunda hesaba çekilmek üzere kurulacak bir diğer hayata, Ahirete imanla mümkün olur ki âyet-i kerimenin "ve ileyke'l-masîr=Rabbımız dönüş ve varış yine ancak Sana'dır" cümlesiyle bitmesi de buna işaret etmektedir. Zaten bir çok âyet-i kerimede Allah'a imandan hemen sonra âhirete imanın emredilmesi de bu yüzdendir. Dikkat edilirse bu emirlerde, özellikle bu âyet-i kerimede haber formundaki emirde "O peygamber iman etti." buyurulup peşinden de "Hepsi" kaydı konularak Hz. Peygamber'le ümmetinin fertleri arasında bir ayırım olmadığı vurgulanmış ve âhirete imanda olsun, diğer iman konularında olsun Hz. Peygamber'in de ümmetinin fertleri ile aynı zamanda bunlara muhatap olduğu belirtilmiştir.

Zaten âhiret inancı olmasa, dünyada bir çok haksızlıkla karşılaşan ve bunların karşılığının bu dünyada verilmediğini gören yığınların Hakk ve hayır üzere tutulması başka türlü mümkün de olmayacaktır.

Bunlar bu âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde aklımıza gelenlerdir ki yine de en doğrusunu ve Allah Tealâ'nın bu âyet-i kerimedeki muradını Allah bilir.

To Top