ETRAFA VALİ ve ZEKÂT MEMURLARININ GÖNDERİLMESİ


ETRAFA VALİ ve ZEKÂT MEMURLARININ GÖNDERİLMESİ

Hicretin 9. senesi Muharrem ayı. Bu tarihe kadar bir çok kabile İslâmla şereflenmiş, birçok memleket de İslâm topraklarına katılmıştı. Bu memleketin idaresi ve halkına mükellefiyetlerinin bildirilmesi gerekiyordu.Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin bu 9. yılı Muharrem ayında İslâm memleketlerinden bazılarına valiler ve halktan zekât toplamak için de zekât tahsil memurları tayin edip gönderdi.680Resûl-i Ekremin, gönderdiği vali ve zekât tahsil memurlarına emir ve tavsiyeleri şu idi:"Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!"681Yemen'in güzel kasabalarından biri olan San'a ve yine Yemen'in Hadramut bölgesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cuheyneler, Kilaboğulları, Resûl-i Ekrem Efendimizin vali ve zekât memurları gönderdiği memleket ve kabilelerden bazıları idi.

Bu valiler idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk arasında çıkan dâvalara da bakıyorlar, onları İslâmî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı. Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslâmın zekât mükellefiyetini anlatarak, zenginlerinin bu malî ibâdeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiriyorlardı.Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir kısım kabileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları hoş karşılamadılar. Ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek zekâtlarını vermeye başladılar.Mekke'nin fethi, İslâmın en parlak ve en şerefli bir zaferi idi. Çünkü, bu fetih ile senelerden beri Hz. Resûlullah ile Kureyş müşrikleri arasında süregelen amansız mücadele İslâmın galibiyeti ile netice bulmuştu.

Arabistan'daki kabileler de yıllardan beri devam edegelen bu çetin mücadeleyi yakından ve dikkatlice takip etmişlerdi. Önce, bu mücadelede Resûl-i Kibriyâyı kavmi olan Kureyşlilerle yalnız bırakmayı tercih etmişler ve "Onu kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakınız. Eğer o, kavmine galip gelirse, şüphesiz kendisi sözünde doğrudur ve peygamberdir" demişlerdi.

İşte, etraftaki kabilelerin yakından takip ettikleri bu şiddetli mücadele, Mekke fethi ile İslâmın üstünlüğü, şirkin mağlubiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslâmın şefkatli sînesine bir an evvel koşmak. Gayet iyi biliyorlardı ki, Mekkeli müşriklerin bunca düşmanlık ve kuvvetlerine rağmen söndüremedikleri bu dâvâyı kendileri de söndüremezler ve onun yayılmasını engelleyemezlerdi.Bu sebeple Mekke'nin fethini takip eden günlerde Hicretin 9. yılı başlarında civar kabilelerin Müslüman olmak için Medine'ye akın akın geldikleri görülüyordu. Bu sebeple bu yıla "Heyetler Yılı" adı da verilmiştir.

Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel karşılıyor ve onlara izzet ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde her sınıftan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekremin yüksek ahlâk ve faziletini, Ashabının nazik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.Benî Temim Heyeti Medîne'deHz. Resûlullah, Hicretin 9. senesi Muharrem ayı başlarında Ashabdan Büsr bin Süfyan'ı Huzalılardan Benî Kab Kabilesine zekâtlarını almak üzere göndermişti.Kâ'boğulları, gelen memura teslim edilmek üzere hayvanlarından düşen zekâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat, aynı yerde oturan Temim Kabilesi oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış, hattâ kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldüreceklerini bile izhardan çekinmemişlerdi.

Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine'ye dönerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlatmıştı. Allah Resûlü de elli kadar bedevî süvari ile Uyeyne bin Hısn'ı Temimoğulları üzerine göndermişti. Uyeyne bin Hısn, Temimoğulları üzerine aniden baskın yapmıştı. Bir çok ganimet malları ile birlikte on bir erkek, yirmi kadın ve otuz kadar da çocuk esir edip Medine'ye geri dönmüştü.685Uyeyne bin Hısn'ın Medine'ye dönmesinden az sonra idi.Zekât vermemekte direnen Temimoğullarından bir heyet çıkıp Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatip ve şâirleri de vardı. Gayeleri esirlerini geri almaktı.Kâinatın Efendisi

Peygamberimiz (a.s.m.) onlara, "Ne istiyorsunuz?" diye sordu.

"Biz Temim Kabilesindeniz" dediler.
"Sizinle şiir ve övünme yarışı düzenleyelim diye şâir ve hatiplerimizi getirdik."Hafifçe tebessüm eden Efendimiz,
"Ben şiir söylemekle vazifelendirilmediğim gibi, övünmekle de emredilmedim. Bunu yapamam. Fakat, haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!" buyurdu.Bunun üzerine Benî Temim'in Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak, kavim ve kabilesini övdükten sonra,
"Bizimle fazilet yarışına çıkacak kimse, saydıklarımızın bir benzerini saysın döksün bakalım!" diyerek meydan okudu.Benî Temim hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasından sonra Resûl-i Kibriyâ, Sâbit bin Kays'a,

"Kalk! Şunun konuşmasına karşılık ver!" diye emretti.Sabit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiç bir hazırlığı olmadığı halde Cenâb-ı Hakkın büyüklüğüne ve Resûlullahın medh ve senâsına dâir Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belagatlı ve tesirli bir hitabede bulundu. Hz. Sâbit şöyle diyordu:


"Hamdolsun Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yürüten Odur."Hiçbir şey yoktur ki, Onun fazl ve kereminin eseri olmasın!"Bizim her tarafta galip gelişimiz ve hâkim oluşumuz da Onun kudretinin eseridir."O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir. Ki o peygamber; baba tarafından insanların en şereflisi, söz cihetinden, en doğru sözlüsü, ana tarafından ise en üstünüdür."Allah, ona Kitabını indirmiş, onu kullarının emîni ve mu'temedi, cihanın da güzîdesi ve seçkini kılmıştır."

Sıra şâirlerin maharetlerini ortaya dökmesine gelmişti

Önce, Benî Temim şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medh eden bir kaside sundu.Adam şiirini bitirir bitirmez Resûl-i Ekrem şâiri Hassan bin Sâbit'e,

"Kalk yâ Hassan! Şu adamın şiirine karşılık ver!" diye emretti.

Sonra da, "Allah-u Taâla, Resûlünü müdafaa ederken Hassan'ı muhakkak Cebrâil ile destekler" buyurdu.Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hassan aşk ve heyecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir şiirle Temimli şâire cevap verdi. Şiirinde İslâmın müstesna güzelliğini, yücelik ve faziletini veciz ve açık bir ifâde ile dile getirdi.Müslüman hatip ve şâirin, Temimoğulları şâir ve hatibinden çok daha güzel birer hitabe ve şiir sunmaları hem Peygamber Efendimizi, hem de orada bulunan Sahabîleri sevindirdi. Buna karşılık Temim heyeti, İslâm şâir ve hatibinin, kendilerininkinden daha üstün olduğunun belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akrâ bin Habis ise şöyle demekten kendini alamadı:

"Allah'a yemin ederim ki, bu zâta her zaman gaybdan yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde, herkese üstün gelmektedir."Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve daha gürdür."

Daha sonra Akrâ bin Habis, Hz. Resûlullahın yanına yaklaştı ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşunu diğerleri takib etti.Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, heyettekilerin herbirini birer hediye ile taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.

Benî Esed Heyeti Medine'de

Hicretin 9. senesi Muharrem ayı idi. Medine'ye gelen heyetlerden biri de on kişilik Benî Esed Kabilesi idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem Efendimize arzettikten sonra şöyle dediler:

"Yâ Resûlallah! Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken, biz kendi rızamızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle harp etmeden Müslüman olduk."Bu sözleriyle Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından dolayı kendilerine minnettâr kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı. Bu minnettarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı. Henüz Müslüman olduklarından ve İslâmın engin ruhuna vakıf bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.Halbuki, iman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı.

Bu sayede ebedî hayatlarını mahvolmaktan kurtarmış oluyorlardı. İman etmekle Resûl-i Ekremin şahsına elbette bir fayda temin etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları son derece yersizdi ve İslâm ruhuna uygun değildi. Nâzil olan âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koydu:

"Onlar İslâma girmekle seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı başıma kakmayın. Eğer îmânınızda sâdıksanız, sizi îmâna kavuşturduğu için asıl sizin Allah'a minnetar olmanız gerekir."Mü'minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan îmânı elde etmiş olmasından dolayı, Cenâb-ı Hakka şükür ve hamddır. Bunun dışında îmânına mukabil hiç bir maddî-mânevî menfaat beklememeli, hattâ kalben dahi arzu etmemelidir.

Zira, îmân nimetine kavuşmanın ve Müslümanlık şerefiyle şereflenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat uhrevîdir. Ancak, o âlemde Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.İmân ve Kur'an'a ait hizmetlerin sevap ve mükâfatları da uhrevîdir, âhirette verilir. Binâenaleyh, hem îmân edip Müslüman olan, hem de Kur'an ve İslâmiyete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden dolayı dünyevî bir mükâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben arzu ettiği takdirde dindeki ihlâsını kaybetmiş sayılır. İhlâsın zayi olması ise, ibâdetlerin makbuliyet sırrını ortadan kaldırır.

Allah korusun, insanı mânen müflis duruma sokabilir. Bunun yanında imân ve Kur'an'a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu etmediği halde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nâil olsa, bunu, Cenâb-ı Hakkın kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmemelidir. Ayrıca "Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor" hissine de kapılmamalıdır.

Tayy Kabilesi Puthanesinin Yıktırılması

Tayy Kabilesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur Hâtem-i Tai'nin kabilesi idi. Yemen'de otururlardı.Hicretin sekizinci senesinde Arabistan'ın her tarafı putlardan temizlenip, puthaneler yıktırılırken, bu kabilenin puthaneleri henüz duruyor ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin bu dokuzuncu yılı, Rebiülâhir ayında Hz. Ali'yi Ensarın ileri gelenlerinden yüz elli kişilik bir kuvvetle Füls'ü yıkmaya gönderdi

Hz. Ali, emrindeki mücahidlerle Tayy Kabilesi yurduna vardı. Tayyoğulları mücahidlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman bir çok kayıp verdi. Müslümanlar çarpışmadan galip çıktılar ve bir çok esirle, bol miktarda ganimet malları elde ettiler. Bu arada, Tayyoğulları puthanesi de bir daha onarılmayacak bir şekilde mücahidler tarafından yıkıldı. Putları Füls ise parçalanarak yakıldı.

Kabile reisi Adiyy bin Hatem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber almış ve Suriye tarafına kaçmıştı. Bu sebeple de ele geçirilememişti. Ancak esirler arasında Hatem-i Tâi'nin Seffâne adındaki kızı vardı.

Seffâne'nin İsteği

Hz. Ali memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esirler ve ganimet mallarıyla birlikte Medine'ye döndü.Esirler arasında bulunan Seffâne, Mescid-i Nebevînin kapısında bir odaya konuldu. Oldukça zeki, ağır başlı bir kadındı. Günün birinde Resûl-i Ekrem bu odanın yanından geçerken, Seffâne ayağa kalkarak şöyle dedi:

"Yâ Resûlallah! Babam dünyadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor. Kurtulmak için verecek bir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam için yüksek affına, merhamet ve şefkatına sığınıyorum


Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffine kendisini şöyle tanım:

"Yâ Resûlallah!"Ben, âileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen, açları doyuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, yemekler yediren, selâmlaşmayı yayan Hâtem-i Tâî'nin kızıyım.

"Seffâne'nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:"Ey kadın! Bu saydıkların gerçekten mü'minlerin sıfadandır. Keşke baban Müslüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık."


Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu. Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği gerçeğini. Evet, Hâtem-i Tâî Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da ölmüştü. Ama yukarıda zikredilen sıfatları Müslüman sıfatıydı. Resûl-i Ekrem de bu sözleriyle Hatem'in bu Müslümanca sıfatlarını takdirle karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffâne'yi de serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olandan şefkat ve merhametini, af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriyâ bununla da kalmadı. Seffine'ye bol bol ikramda da bulundu. Ona elbise ve yol harçlığı vererek, güvenilir bir kafile ile de Şam'a, kardeşinin yanına gönderdi.


Doğruca Şam'a varan Seffine derhal kardeşini buldu. Peygamberimizden gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kızkardeşine yapılan bu şefkatli muamele, Adiyy'in mânâ âleminde dalgalanma meydana getirdi ve "Bu zât hakkındaki fikrin nedir?" diye sordu.Fahri Âlemin mübârek simalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine mazhar olan Seffâne(Üsdü'l-Gâbe adlı eserde Seffâne'nin Müslüman olduğunu ve güzel amellerle İslâmiyetini geliştirdiğini kaydeder. Tereddüt etmeden, "Bana sorarsan" dedi, "hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim."Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kızkardeşi buna hiç gerek olmadığını şu sözleriyle belirtti:"Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin. Yok eğer hükümdar ise hiç bir şey kaybetmezsin. Yemen'deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik hor ve hakir de görülmezsin!"


Adiyy, kızkardeşinin tavsiyesini uygun buldu. Derhal Medine'ye gelerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Resûlullah evinde ağırlayıp, misafir etmek istiyordu.Mescid'den çıkıp Hâne-i Saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu sırada önlerine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya konuştu. Hz. Resûlullah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık duymadan onu dinliyordu.İhtiyar kadına karşı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bu güzel muâmelesi ve nezâketini müşâhede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek istiyormuşcasına mırıldandı:


"Vallahi, o bir hükümdar değildir!"Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: "Öyle ise peygamberdir" ihtimâliBeraberce Hâne-i Saadete vardılar. Efendimiz, Adiyy'i deriden bir şiltenin üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna razı olmadı. Oraya oturmağa kendisinin lâyık olduğunu söyledi. Fakat, Peygamberimiz oturmadı ve yine onun oturması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy deriden şiltenin üzerine geçip oturdu. Hz. Resûlullah ise, bu değerli misafiri karşısında çıplak yerde oturdu.Efendimizin tevazuunu ve misafire karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya koyan bu davranışı Adiyy'in gönlünü biraz daha yumuşattı ve îmâna bir nebze daha yaklaştırdı.


Bundan sonra Hz. Resûlullah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu dâvetini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu dâvete o anda müsbet cevap vermekten kaçındı:"Ben" dedi, "Hıristiyanım!"Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:"Ey Adiyy! Belki de, 'Onun dinine insanların zâif, fakir ve güçsüzleri giriyor' diye söylenmiş olmasından dolayı İslâma girmekten geri duruyorsun."Vallahi, öyle bir gün gelecek ki, o Müslümanlar, bol servete kavuşacaklar, hattâ mala talib olacak kimse bile bulamayacaklardır."Yine Müslümanlar az, düşmanları çok diye düşünmüş olabilir ve bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!"Sen Hîre'yi bilir misin? İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir asayiş temin edecek ki, bir kadın tek başına Allah korkusundan başka hiç bir korku duymayarak Hire'den kalkıp Kâbe'yi tavaf etmeye gidecektir!" Bu konuşma, Adiyy'in gönül kapısını İslâma açtı ve orada Müslüman olmakla şereflendi.Ashabı Kirâmın büyüklerinden olan Adiyy bin Hâtem işte bu zâttır.

Yorum Gönder

To Top